Babası oğluna, "Uğrunda ölünecek dava yok" demişti. Oğul üzülmüştü, en haklı davaların isyanındayken.
Baba sendikacıydı, işçiler insanca yaşasın diye kendini yaktı.
O yıllar aslanın ağzındaydı ekmek...
Yağ ve gaz kuyrukları. "Kıyamete kadar savaş" yazıyordu duvarlarda.
İşçi, işçiyi sattı.
İhanet kusmuğu kokuyordu vardiyalar, grevler dul kaldı.
Oğul denize sürdü atlarını, vardığı kıyılarda gemileri battı.
***
Oğul, gökyüzüne etti ömrünün dualarını, kavgasını yeryüzünde verdi.
Misket oynadı mistik bahçelerde.
Yasak şiirlerini yastığının altında sakladı, gelen geçen okusun diye.
İsyanlarını duvarlara astı.
Emdiği helal sütlerin, dalgalanan başakların çocuğu oldu.
Cumhuriyet'i korudu özenle.
Hayata mührünü kalemiyle bastı.
***
"Uğrunda ölünecek hiçbir dava yoktur" demişti baba oğula...
Babanın deri ceketi vardı, kül rengi, oğulun korkuları.
Oyunbozandı politika, yoksulların kaderini yanlış yazan.
Kan işiyordu atlar, nefes nefese.
Namuslu yüreklerde uzun havalar.
Tek göz odalarda. "Odam kireç tutmuyor" türküsü söyleniyordu.
"Eşkıya dünyaya hükümdar olmaz" diyordu Edip Akbayram, oğul da öyle sanıyordu.
Fitilin yanmış yeriydi baba Aslında o yıllarda herkes öyle yanıyordu.
***
Oğulun babasını işçileri sattı.
Oğul da başkaları için yaşamaktan yorgun düştü.
Ve oğulun içindeki dava da düştü.
***
İşçileri için bilmem kaç kez hapse giren, bir babanın oğlunu tanıyorum.
Babayı gıyabında...
Oğlunun alnında seccade gibi duruyor babanın şerefli adı. Namusu soyadında...
(
Şimdi lüks otomobillerle sendikacılık yapan ağaların dikkatine)