Gözleri dolu olmuş birisine şöyle der yakını; 'Ağlama!' Hani neredeyse dokunsanız ağlayacak bir çocuğa bir sevgiliye, bir arkadaşa, çocuğunuza...
En çok da çocuklara kızarken söyleriz bunları. Ben söylemem. Çocuklara kızdığım vaki değildir çünkü.
Oturur canı yanan bir çocukla olsa olsa ağlarım ben. Şimdi geçen gün ülkemin haline iç geçirdiğim yazıda ciğeri yanmış bir baba gibi içten içe ağladığımı görmüş çoğu okur email gönderdi aradı hissiyatını dile getirdi; 'Ah ülkem!'
Sıkıntılı ve acılı bir ülke Türkiye. Yaraları 'derininde!'
'Acılar yaşanıyordu yurdumda / Peşpeşe yakılıyordu kentler/ Bense hep oralardaydım/Daha yangın başlamadan önce'
Bu tümceye sarınıyorum çoğun.
Biliyorum artık yangın çıkacak yerleri. Yokladım çağın koynunda büyüyen sıkıntıyı. Caddeler ve sokaklardan akıyorum yangının başlayacağı yere. Suç ortağı sayıyorum kendimi.
Sis çanları gibi çalmalı, yangın kulelerindeki gözcüler gibi olmalıyım. Caddeler geçilir belki o zaman yollar yürünür.
Etle tırnak gibi olanlar birbirlerinin yakalarını bırakırlar belki.
Çocuklar birbirlerinin gözlerine korkmadan kardeş kardeş bakarlar belki, okullardan geçmiş olurlar belki, sokaklara çıkmış olurlar belki.
Zaman aşımı suçlar besliyor alanlar. Gövdesine çınar gibi sarıldığımız o çağ tutuşuyor biz tam köşeye ulaşacakken. O köşe insanlığın doruklarına yol alıyor çünkü; erdemin, dayanışmanın, kardeşliğin...
Ah o köşeyi bir çıkabilsek. Gazeteden çıkıyorum.
Aklımın derininde kelimeler; 'İnsanın neden öldüğünü bilmesi boş neden yaşadığını bilmedikten sonra!' diyor yanıbaşımdan geçen rüzgar.
"İnsanın neden yaşadığını bilmesi de boş neden öldüğünü bilmedikten sonra!" diyorum dünyanın yüzüne karşı.
Dünya yüzüme karşı konuşuyor çağ yangınından arta kalan sözcüklerle.
Ah ülkem! Yangınyeri ülkem! Ah bize ağlama diyecek bir 'yakın' arıyoruz bu çağ yangını yüzümüzü yakarken...