Her yıl Ağustos ayının ikinci yarısında köyüme giderim. Bu fakir Denizli ili Acıpayam ilçesi Akalan beldesi nüfusuna kayıtlıdır. Annesi, babası ve akrabalarının büyük çoğunluğu orada yaşamaktadırlar. Acıpayam'ın Denizli ile arasında yüksek rakım farkı nedeniyle iklimi daha karasaldır. Üzüm, kavun-karpuz ve meyveler Ağustos'un ikinci yarısında hasat edilir. Çıplak toprağa basmayı sevmeyi, dalından üzüm yemenin keyfini çıkarmayı adet edinmiş durumdayım. Ve ben her yaz dönemi gidebildiğim anlarda çiftçinin nabzını tutar, tarımdaki ipuçlarını almaya çalışırım. Ama yıllardır bizatihi kendi kasabamdan gördüğüm en büyük sıkıntıyı dile getirmek istiyorum. Türk çiftçisinin iki temel sıkıntısı var. Birincisi, üretimde verimlilik hakkında araştırma yapmaya istekli olmaması. Alışkanlıkları sürdürme yönünde istikrarlı oluşu. İkincisi, tarımı sadece üretimden ibaret görüp pazarlama tarafını neredeyse bir faaliyet olarak hiç algılamaması. Altı ay boyunca bin bir emekle tarlada çalışıp ürününü yetiştiren çiftçimiz iş satış pazarlama aşamasına gelince resmen duruyor. Yapabildiği tek şey ürününü kasabanın meydanına getirip alıcı gelişini beklemek. Hal böyle olunca da İstanbul'da en düşük 250 kuruşa aldığımız karpuzun kilosu yerinde 50 kuruşa kadar düşüyor. Tek özelliği yükleyecek bir kamyon bulmak olan alıcılar altı ayın emeğinin üzerine hiç çalışmadan en az çiftçiler kadar kazanıyorlar. Tarım Kredi Kooperatifleri, çiftçi birlikleri var ama sonuçta onlarla hareket etme heveslisi çiftçi ortada pek görünmüyor. Bunlara bir de yerel rekabetler eklenince çiftçi her yıl kendi ayağına ne yazık ki kurşun sıkıyor. Verimsizlik de büyük sorun. Her ne kadar damlama su sistemleri yavaş yavaş geleneksel yöntemlerin yerini alsa da gübreleme, doğru ürün seçme, toprak analizi, yağış takibi gibi konularda kişisel merakın dışında bir gelişme yok. Çiftçimiz el yordamıyla gübreleme yapıyor, birbirine bakarak tohum seçiyor, yakınlarındakileri kollayarak ürün yetiştiriyor. Tarım Bakanlığı'nın ilçelere kadar inen örgütlenmesinin ne yazık ki çiftçiye bir katkı yaptığını söyleyemeyiz. Her biri mini Ankara bürokratına dönüşmüş müdürlük personeli tarımı oturduğu masadan yönetmeye meraklı kaldıkça, onlardan talepte bulunacak çiftçi ortaya çıkmadıkça bu devasa sorunların çözümü kolay değil. Türkiye'deki en büyük eksikliklerden biri de ürün envanterinin çıkmayışı. Her yıl üretilen ürün miktarına bakarak bir sonraki yıl öncelik verilmesi gereken ürünlerin tercihinde çiftçinin yönlendirilmesi şart. Bir önceki yıl iyi prim yapan ürünün bir sonraki yıl daha fazla üretilmesinin aynı primi yapmayacağı kadar basit bir denklemi bile kavramaktan uzak bir çiftçi sınıfımız var ne yazık ki! Tarım bakanlığına büyük iş düşüyor. Tabi siyaset yapmaktan fırsat bulurlarsa ziraat odaları ve sendikalarına da... Oysa Türkiye küresel ısınma ve giderek artan dünya nüfusuna yoğun bir tarımsal üretimle katkıda bulunabilir, büyük bir ihracat kalemi oluşturabilir. Konya ili büyüklüğündeki Hollanda'nın yıllık 60 milyar dolarlık tarımsal ihracat yaptığı bir ortamda bizim 10 milyar dolarlarda kalmamız verimsizlik, yönlendirme eksikliği ve pazarlama sıkıntısını gözler önüne seriyor. Sermayenin tarım alanına girmesi şart, bir sonraki yazımızda bu konuya güzel bir örnek olan Ata-Sancak Hayvancılık İşletmelerini anlatacağım...