Kendi romantik komedinizi çekirdek çıtlayarak izleyin
Şimdiki aklım 10 yıl önce olaydı. Keşke, keşkeler kurtarmaya yetseydi hayatı. Yalnızlıktan korkmak öğretildi bize. Ben de korktum uzun süre. İnsanların yalnızlığı gönüllü seçeceğine inanmak istemedim. Sanki bir tür ağır cezaydı yargıtayca onanan ya da müebbet hapis geride bekleyeni kalmayan. Nasıl insan kendi eliyle, bile bile kendini atardı ki bu ateşe? Korktukça kovalıyordu beni. Kucak açtığımda o koşar adım kaçmaya başladı benden. Ve büyüyünce anladım ki yalnızlık, hayatın en büyük lütuflarından biriymiş. Öyle olmasa küçücük bahçede oturup da Boğaz Köprüsü'nün ayaklarını seyrederek kıkırdamazdım. Kendisini görmesem bile suyunun kokusu da mavisi de gözüme değmese de, biliyordum ki o köprünün altında Boğaz. Bu yeter bana. Yalnızlıktan korktuğum zamanlarda olsaydım eğer bu bile ağlatabilirdi beni. "Şurada yanımda sarılabilediğim biri niye yok?" diye başlar, sonra ağlanacak bin tane bahane bulabilirdim. Hatta şimdi burada klavyenin tuşlarını dövmek yerine, yastığıma sarılıp salya sümük ağlıyor olurdum. Yaptım da, hangimiz yapmadık ki? Hangimiz sırf bizi çıldırtmak için el ele gezen kumruları çifteyle vurmak istemedik? Ya da gidip gırtlaklarına binmek tırnaklarımızla. Kıskançlık bile yalnızlığın işbirlikçisiydi. Onunla doğmadık, öğretildi bize. Hayatımızın her köşesinde pranga gibi sözcükler, kelepçe gibi bakışlarla bunalmadık mı? Baba, abi, anne baskısı bitmeden sevgili, nişanlı, koca kıskacına girmek için bu acele niye? Erkekler gibi niye özgürlüğün peşine düşmek yerine, hayal prensi izinde bitap düşüyoruz. Bir yandan inanıp bir yandan gülüyorum halime. Evet, var prensler. 3-5 tane kalmış yerküre üzerinde. Eee... Ne olacak bu durumda? Hayatımızın sonuna kadar pencerenin demirleri ve burnumuzun dibindeki cam güzelleri arasından, sardunyaların yamacından, ortancanın gölgesinden gülümseyip göz kırpan prensler mi arayacağız? Şöyle bir kapı önünde arz-ı endam etsin diye avuçlar göğe çevrilmiş vaziyette mi bekleyeceğiz? Yoksa hayattaki en önemli şeyi, düşlerimizi mi çıkaracağız sandıklardan? Bırakın Hollywood'da kıçının kılları ağarmış ama aşktan bihaber senaristlerin mahsullerini. Kendi romantik komedilerinizi çekirdek çitleyerek izleyin, ağlayarak değil. Bitince bittiğine inanınca üzüyor aşk, sonra geçiyor. Onu öğrenin önce. İnsan yalnızca imkansızken aşkını taptaze buluyor kapı ağzında. Kollar kavuşunca, dudaklar kenetlenince, teri terine karışınca bitiyor. Anlıyorsun kimsenin kimseden yok farkı aslında. Herkes aynı derecede çıkmazda. Niye takılıp kalıyorsun sanki şu anki yavukluna ya da imkansızına? Çünkü gizemli, çünkü senin değil, çünkü farklı. O kadar eminsin ki gecelerinin, gündüzlerinin olağanüstü değişik aktivitelerle dolu olduğuna ve o kadar eminsin ki onun yalnızlıktan sıkılıp burnunu karıştırıp, geğirip sabah sabah Seda Sayan seyretmediğine. Aşkın kuralı belli. Kaçan kovalanır ve kaçan balık da bu yüzden büyük olur. Yanındayken kıymetini bilmezler, sen gidince ağlar, yalvarır geri çevirmek için dövünürler. Dönersin ama eski adam olmaları birkaç saniye sürer. O yüzden yaşamın birinci sırasına aşkı koymak yerine kendine daha önemli amaçlar edin. İş sahibi ol mesela, paranı kazan, aileni önemse, arkadaşlarınla vakit geçir, hobiler edin. Tek başınayken kendine tahammül edebilmeyi öğrenirsen, başkalarına ne zaman tahümmül etmemen gerektiğini de öğrenirsin...