Bir evin kapısını çaldım, bir adam açtı. Gözleri yangın yeriydi, evin içi ayaz.
"Buyurun" dedi. "Kimi arıyorsunuz?"
"Girebilir miyim?" dedim, şaşırdı.
Kırık bir ayna vardı kapının kenarında, üzerinde isimler yazılıydı.
Susmayan bir çocuk vardı köşede, beni görünce sustu.
***
Adam bir fabrikada işçi, her akşam yenilmişliğini getiriyor eve.
Kadın evinde işçi, her akşam çaresizliğini koyuyor sofraya.
Üç çocukları var, aydınlığı seviyor hepsi de. Ama mum ışığında yapıyorlar derslerini. Kendi içlerindeki nefretle erken tanışmışlar.
***
"Hayat nasıl gidiyor?" dedim adama, adam güldü. Kadının içi kan ağlıyordu, kadın da güldü. Çözdükçe dolanıyordu, çaresizliğin yumağı.
"Aramızda sır kalmasın" dedi adam. "Ben hayatın adını ölüm koydum."
Kadın da kendisine eşlik etti.
Eskiden türkü söylermiş kadın, kocası da dinlermiş.
Şimdi ikisi de et yığını sanki.
Kaderin omuzlarına yaslanıyorlar, başka umutları kalmadığında.
***
Kadının ön dişleri yok, kadının çiçekleri var, pencere kenarında. Kocası işe gittikten sonra onlarla konuşuyor.
Tek haneli bir evde, çok haneli vergileri bekliyorlar. "Dur bakalım" dedi adam. "Bu hayat bizim daha neyimizi alacak?"
***
"Bir şey içer misiniz?" diye sordu kadın. "Teşekkür ederim" dedim, içmedim. İçmiş gibi oldum.
Çocukların okulu nasıl gidiyor?" dedim de, bir babanın en çaresiz haline rastladım.
Hangi baba çocuğunun karşısında gurur heykeli olmak istemez?
Hangi baba, çocuğunun dağlar gibi güvendiği biri olmayı reddeder?
Hepsine hüzünlü gözlerle baktım, bir avuç umut, bir tutam gülüş bıraktım.
***
Onlar politikanın unuttuğu ailelerden biriydi, sadece seçim mevsimlerinde hatırlanan.
Ölüme tutsak, hayata kaçak!
Bana kapılarını açtılar ama hayatın bütün kapıları onlara kapalı.
Peki, onlara kapıyı kim açacak