Bırakın filmleri en iyi senaryo annenizinki
Dizinin bir karış üzerindeki çiçek desenli daracık elbisesiyle ablası, arkadaşları ve erkek kardeşiyle voleybol oynuyordu. O vakit gözüne kestirdi babam anamı. Samsun'da doğup 3 yaşında annesinin kucağında Başkent'e göçmüş, sonra taşı toprağı bir halta benzemeyen İstanbul'a gelmişti Aysel'im. İlkokul sıralarında ailenin geçim kavgasına sırt vermek için çalışmaya başladı el kapısında. Dönemin meşhur bir artistinin yanında yardımcı oldu. Unuttu da o evde yaşadığı onca acısını, bir beline kadar uzanan kapkara saçlarına vurulan makas çıkmadı aklından hiç. O yüzden hiç makas değdirmedi kızlarının saçlarına. Besleme gibi girdiği evden, yol iz bilmeden, yanında beş kuruş olmadan yalınayak kaçıverdi bir ay sonra. İstanbul'da kaybolmuşken, yolda kazı yapan adamdan yardım istedi. Kendisine dönen yüzün babası olduğunu fark ettiğinde ağlamaktan kımıldayamadı. 16 yaşındaydı. Ortaokuldan sonra okuyamadı. Ama liseli olma hayallerine, kitaplarda tanık olduğu yaşamların düşlerini ekledi yıllar boyunca. 3'üncü çocuğunu emzirirken bile Kaptan Cousteau belgeselleri izleyecek, deniz diplerine dalacaktı hayallerinde. Ne kalacaktı elinde sonunda? 10 kız çocuğu, bir de kendisine deli gibi aşık bir koca. Ama 16 yaşında, bilemezdi yarınların ona hazırladıklarını. Çiçek desenli elbisesiyle zıplayıp hoplarken, onu izleyen kumral, uzun boylu, yeşil gözlü genç de bilemezdi ki bu kıza yaşatacağı ızdırapları. En sevdiği olacaktı Aysel, Osman'ın, en çok incittiği. Keçiydi benim anam. Ağaç tepesinden inmez, inadı bir tuttu mu kimse yolundan çeviremezdi. Ama deneyecekti babam. Bayburtlu arkadaşlarına inat, onunla çıkıp-gezecek, aklı sıra sonra terk edecekti. Beceremedi. Televizyon yoktu evlerde daha. Alamancı Ahmet dayı, toplamış yeğenleri, yazlık sinemaya götürmüştü. Annem kardeşler, kuzenler... Tam arkasındaki sandalyede de babam. Oynayacaktı aklı sıra annemle. Onun gözünde, bu saçı-başı açık, şehirli kızı, bir köylü gencine basbayağı gönlünü kaptırır, acı çekerdi. Osman, bir not kağıdına yazıverdi çarpık harflerle, yarım yamalak bir cümle. Perdede, Arzu ile Kamber oynuyor, annem dahil tüm genç kızlar iç geçiriyor. Derken, bizim Aysel'in kolu sandalyesinden geriye sarktı, babam saatin kayışına sıkıştırdı kağıdı. Annem bir anda kireç gibi olmuştu. Yanıbaşında annesi, hemen yanında dayı, diğer tarafta kuzen, abla, erkek kardeş... Ne yapacağını bilemedi. Filmi nasıl bitirdi, bu arada o romantik aşk filmi nasıl bitti sonunu göremedi. Sinema dağılır dağılmaz, en önden fırladılar eve. Ev dediğin bir sokak yukarısı zaten. Elektrik bile yok. Gaz lambasını evin dışındaki tuvalete taşıyıp doluştular içeriye üç kız. Ne yazıyordu? Ne diyordu? İlkokul çocuğu gibi bir yazıyla soruyordu babam "Sizinle arkadaş olabilir miyim acaba?" Tabii ki "Hayır"dı. Annem hiç cevap vermedi. Her yaz olduğu gibi yine çalışmaya gitti. Eve döndüğünde annesinin ilk söylediği söz hancer gibi saplandı yüreğine. "Artık mini mini etekler top peşinde koşturmayacaksın, seni sözledik." Kiminle bile demedi annem. Nişana anam, anneannemin maarifeti mor bir gözle katıldı. Ne yüzüğünü gördü, ne düğünde tek kare fotoğrafı oldu. Evlendiler. Bir sokak yukarda kaynana eviyli yeni yuvası. Kaçtı geldi birinci ayında. Hiç gitmemiş gibi girdi mutfağa. İkindi vakti ensesinde duyduğu soluk tek laf etti: "Seni çok seviyorum, yapma, bize kıyma." Döndü eve. Gömdü tüm hayallerini. Sonrasında bırak diyenlere inat 38 yıldır bırakmadı Osman'ı. Biri şehirliydi, öbürü köylü. Ne baktıkları aynı pencereydi, ne düşleri. Onları yan yana tutan babamın sözüydü sadece. Kıymadılar aşklarına. Hiç kavga etmediler. Darısı tüm kızlarının başına...