Ne olmamalı?
Evet, hava giderek daha fazla politikleşiyor, ciddi kırılma noktaları yansıtacak sert bir atmosferi teneffüs ediyoruz. Bu yüzden baharı bile göremez hale geldik, getirildik. Öte yandan, hakikaten hem komiklik hem de çaresizlik içeren çabaları da görmeden edemiyoruz.
***
Medyada birçok yazar, çala kalem yazıyor. Seçmene yön gösteriyorlar. Oylarına sahip çıkmaları gerektiğini, sandığa gitmenin bir yurttaşlık görevi olduğunu söylüyorlar. Önemli bir kısım gazeteci de, sol oldukları iddia olunan partilere "Aman birleşin", temennisinde bulunuyor. Medyada, günde birkaç değil, elden gelse saatte bir piyasaya sürülecek kamuoyu araştırmaları havada uçuşmaya başladı.
***
Bendeniz bu fakir, seçmenin iradesine yönelmeyi hem beyhude bir çaba olarak görmekteyim, hem de irade hürriyetine aykırı bulmaktayım. Şurası da muhakkak ki, birkaç gazetecinin söyledikleri, seçmen kitleleri tarafından doğru kabul edilecek ve uygulanacak olsaydı, zaten sorun kalmazdı. Seçmen, öğütle, nasihatle, tavsiye ile hareket belirlemez. Ancak, sarsıcı haber, bilinmeyen gerçekler ve dosyaların ortaya konulmasıyla bir miktar etkilenir.
***
Sonuçta, hemen hemen dünyanın her tarafında seçmen kitleleri, eğitim, şehirlilik, bilgi ve kültür yapısındaki farklılıklar sebebiyle, değişik algı ve dürtülerle hareket eder. Hangi seçmenin nasıl irade ortaya koyacağı, skalada tuttuğu yer ile doğru orantılıdır. O halde bu konuyu kendi haline bırakabiliriz.
***
Fakat kendi haline bırakamayacağımız kadar önemli başka bir nokta var. Türkiye'de aslında, hiç kimsenin Erdoğan'ın kişiliği ile, Gül'ün meziyetleri ve birikimi ile, Baykal'ın politik birikimi ile esasta bir sorunu yok. Olmamalı da zaten... Temel sorun şudur: Türkiye'de alıştığımız, sevdiğimiz ve benimsediğimiz uygar yaşam arzusu ve istemi değişmeli mi, değişmemeli mi? Türk insanının ancak yüzde 6'sı "Koyu dindarım", yüzde 12'si "Şeriat olabilir", yüzde 76'sı ise "Şeriat istemiyorum", diyorsa temel sorunun ne olduğu açıkça ortaya çıkar. Mesele, hangi isim ve nam altında dayatılırsa dayatılsın, Türkiye'nin uygar yaşam özlemlerini dinamitleyecek bir diktanın veya faşist çizginin iktidara gelmemesi, getirilmemesidir. Bu ideolojik bir kavga ya da buna benzer bir lüks değil, toplumsal yaşam tarzımızın muhafaza edilmesi konusudur.
***
Halk kitleleri bir defaya mahsus kandırılabilir. Fakat sürekli kandırılamaz. O sebeple, birahane devrimcisi (!) Hitler, Mussolini, Salazar, Franko, Stalin ve Mao, mezarlarında çoktan çürümüşken, bir zamanlar kana buladıkları ülkeler ve toplumları, uygar ve insanca yaşam arayışlarını sürdürüyorlar. Almanya, Portekiz, İspanya ve İtalya özgürleşmeyi becerdi, Rusya ve Çin özgürleşmeye çaba harcıyor.
***
Her türlü diktaya "Hayır" demek zorundayız. En azından çocuklarımız ve torunlarımız için. Ve şimdiye kadar çoğulcu Demokrasi, Cumhuriyet, Laisizm ve hukukun üstünlüğü yolunda verilmiş binbir emeğin hatırına, her türlü diktaya karşı durmalıyız. Cemaatler diktasına da... Askeri diktaya da... Küresel sermaye diktasına da... Molla diktasına da... Komünist diktaya da... Etnik diktaya da..
***
Bir nokta daha... Türkiye'de son 20-25 yıl içersinde, küreselleşme adı altında ülkemize ve toplumsal hayatımıza tebelleş olan, bütün sosyal kurumları zedeleyen liberal despotizme, bir yandan fakiri daha fakir zengini daha zengin yaparak kişisel zenginlik kurarken, bize bunun kurtuluş olduğunu anlatanlara, yolsuzluğu, kirlenmeyi, ahlaki çürümeyi olması kaçınılmaz bir süreç gibi gösterenlere, medya, siyaset ve bürokrasinin gizli grup seksi sonucundan her tarafta hortlayan CEO müsveddelerinin hükümranlığına karşı uyanık olmak zamanı gelmiş de geçiyor bile...
***
Türkiye'de sadece politik bir temizlenme ve silkinme değil... Daha da önemlisi... Ahlaki ve moral değerler açısından tam bir temizlik ve saflaşma sürecine ihtiyacımız var. Hasılı kelam, Türkiye artık hırsızlar diktası da istemiyor. Türkiye'de hırsızlığın ve soygunculuğun bir meslek haline geldiğini görmeyen var mı?