İslam usta düştü aklıma yine. İslam Çupi; futbol yazınının yüz görümlüğüydün sen... Şu kifayetsiz gazetecilik günlerimizi görüyorum da... 'Sımsıcak konuşurdun konuşunca ve susunca...' Bir şiir imgesi bir şarkı gibiydin indimizde. O şarkının notalarına sızmamış, oradaki sıcaklığı yakalamamış insana şaşarım tıpkı senin "Her şeyi ile kurumuş, nefes almaz, dostluk bilmez, her organı ile makinaya teslim olmuş o insanlara nasıl gazeteci dersiniz?" sorusunun ardına sakladığın kızgın şaşkınlığındaki gibi; "Bu kadar insanın dışında yaşayan, olayın uzağında çöreklenmiş gazeteler, yığınla stajyer ordusuyla, başsız, lidersiz, iyi antrenörden yoksun kalabalıkla Cağaloğlu'ndaki kaliteyi nasıl yakalayacaksınız?" -Usta yılar sonra plazaların dikildiği yere çalışmaya gitmek zorunda kalmıştı. İşe giderken soranlar şöyle dermiş; Centers..r'e gidiyorum- Alıntılamaya çalıştığım cümleler onun 2000 yılında Gazeteciler Cemiyeti Ödülü'nü aldığı 'Namık Sevik'i Yeniden Anarken' başlıklı yazısındandı. Onun insan ilişkilerinin sıcaklığında aradığı 'aktıkça çoğalan sularda aradıklarımızdı' belki; 2001 kışında aramızdan göçüp gittiğinde 'şimdi ne olacak?' diye sormuştum kendi kendime. Sanki 'yazın'ın ucu kaçacaktı da baba eliyle sıkı sıkı yapışmıştı; "Kalite çok düştü. Köşeyi "yakalamış" adam yazıyor. Bu iş bu kadar basit mi? Ben sana bi şey söölim mi? Ben çok zor koşullarda çalışırdım. Şimdi 'gece maçı' diye bir şey çıktı başımıza, orada kim ne gördüyse irticalen yazıyor. Bu işin kalitesi giderek düştü..." İnadına bir şeyleri savunmanın zorluğundan söz ederken belki de içinden çıkılmaz işlerin olacağını önceden kestirmişti.- Onun ki bilmekle ilgili daha çok. Denemek ve bulmakla ilgili- Asıl zorluğun iliklerine kadar anlamsızlıkla yoğrulmuş insan topluluğuna bir şeyleri anlatmak olduğunu söylemişti; "... adamsızlığın kalitesizliğini had safhada çekiyor Türkiye... Ama her yerde, sinemada, siyasette, sanatta,... her yerde bu kalitesizliği görürsün..." Hararetle, susamış gibi anlatmıştı bunları. Ustanın sohbetlerinin tatlılığını yaşayanlar bilir. Etrafına topladığı kalabalığa -anlatmaya başlandığında zaten bir dinleyici topluluğu oluşmak zorundaymış o zamanlar ve olayın ne olduğu ne olduğu önemli değilmiş- anlatır anlatır sözünün bittiği yerde de şakayla karışık bir roman ismiyle kalkarmış masadan; "Yağmur bitti! Dağılın!" Seninle ilgili ve belleğime asacağım sözcüğü Metin Türel söylemişti; "Onu okumak mükellef bir sabah kahvaltısı gibiydi!" Dağıldık, büyük usta. Yokuştan aşağı inerken birbirinin omzunu terk eden sıralar gibi dağıldık. Aşağıda daha büyük yangınlar bekliyormuş bizi. Muzaffer böğürtülerle geçiyor önümüzden çılgınlar topluluğu. 'Çıldırmış bunlar' diyebiliyoruz sadece; 'çıldırmışlar!'; "Cağaloğlu'ndaki simitle gününü geçirmek bile holdinglerde yenen lüks öğle yemeklerinden daha verimli bir 'gazeteci tokluğu' idi. Cağaloğlu'ndaki masasına bir daktilo yerleştirmiş tek odası bile holdinglerin kalabalık insanlı salonlarından daha çok gazeteci avı taşardı.