Fikri ilk kitabını yayınlamış imza gününde de "Bu kitapta bir yerlerde, belki de pek çok yerde sen varsın!" yazmış vermişti bana bir tanesini.
İlk sayfasında matbaada dizilmiş harflerle bir kelime yazıyordu: "Anneme." Ona da sevindim. "Anneme." Fikri'nin annesine, benim ikinci anneme yani. Yani Sevim anneye... Herkesin ondan doğmadığı bir annesi daha yok mudur? Vardır sanki. Fikri onun oğlu, tamam. Fikri'yi o doğurmuş. Ama Sevim anne benim de annem. Benim ikinci annem.
AL ŞU PARAYI Gerçek anam "Kız peşinde dolaşacağına, otur da dersine çalış!" diye bağırırdı. O ise cebimde buruşmuş on liralıklardan koyar: "Al şunu da kızı kırk yılda bir sinemaya götür!" derdi.
İlle ki solcu olmamız gereken okul günlerinde Politzer hatmederken, bizle birlikte diyalektik çalışır, "Her Şey Değişir" bölümüne kadar gelip, kendimizi derya sanırken o bize Dimitrov'dan cımbızlanmış cümleler kurardı.
Hep şaşırırdık: "Hem nasıl komünist, hem nasıl namaz-niyazında?" O ise, "Allah hepinize helal sütü emmiş kızlarla evlenmeyi nasip etsin" derdi, gülerdik. "Sütçü su kattıysa heee" diye yüzsüzlük yapardık. Bu halimizle dalga geçmeyecek kadar dalgacıydı.
EZELDEN MUSKALI Zibilin Zekayi, Kamburun İbrahim, Deli Mehmet, Kelle Işık, Baba Kadri, Dar Hasan, Gerzek Semra, Kör Halit, Keçiboku Bülent, Tikkocu Veli, Sarhoş Salih, Mevlüt, Zeki, Tahsin ve Uzunkol Hakan amma da çok çocuklarıydık onun. Selahattin'i de o doğurmuştu, ama küçük diye itibar sıralamasında bizden sonraydı Selo.
Uğur Dündar abimizin deyimiyle, "Bilen kadındı." Hasımlarının bir türlü büyü tutturamadığı, ezelden muskalı bir zamane ermişiydi sanki.
Saraydan geldiği söylenirdi Yıldız Saray Apartmanı'na.
BİLİ BİLİ ÇORBASI Gönlünü Draman'ın en bitirim ve en babayiğit adamı Nadi'ye ancak görücüyle evlendikten sonra, ama "tam" kaptırdığı söylenirdi.
Bunalım kusmanın hepimizin içine emri hak gibi çöreklendiği delikanlı günlerimizin tatlı dilli ilacı, yola sokucu lokmanıydı.
Bütün zamanların en iyi "bili bili çorbasını", "sarma arap dolmasını" o yapardı zannımca. "Gecenin saat kaçı" yoktu o evdeyse. Çalarsın ve girersin. İster kıvrılır uyur, ister şımarır, ister ağlardın kucağına yatıp: "Bu da bırakıp gitti" diye. Bir kere bile "mutsuz olma hakkını" kullanmaz mıydı insan? Umutsuz bir tek sözcük bile dökülmez miydi ağzından insanın bir kez bile? Onca çamaşırın, bulaşığın; ev toplama, yemek yapma, çarşıya çıkma, insan ağırlama ve her biri orduyu bozmaya muktedir bizim gibi "hırt"larla uğraşma arasında nasıl da becerdi o işi. Draman'da bir nöbetçi annem var. Ve "o" evdeyken gecelerin saat kaçı yok. Çalarım ve girerim. Ya bir yere kıvrılır uyurum ya da şımarır yatarım kucağına... Ağlarım.