"Meşum günler yaşıyoruz. Üzerimizden koca bir silindir gibi geçen gündem, hayat çeperlerimizi zedeleyip, eprimiş bir hal veriyor bize!" Kadim dostlarımdan birinin ağzından dökülmüştü bu cümleler. 'Erken' diye düşünmüştüm gecikmişliğimizi unutup. Gecikmişlerin yol telaşı zannetmiştim. Doğruymuş.
Evet; şimdilerde 'meşum' günler yaşadığımız doğrudur. Hayatın üzerimizden koca bir silindir gibi geçtiği de, yakamızda koparmadık düğme bırakmadıkları da. Neye sıkılmışsak şimdi kapımızı çalıyor iç tedirginliğimizi artırıp. Sıkıntılıyız evet. Ölüyor bir halk! Tersanelerde, boya imalathanelerinde, elektrik tellerinin üzerinde (birkaç gün önce TEDAŞ elektriği erken verince iki işçi tamir için çıktıkları direkte asılı kalmış) yetmedi, bombalı saldırılarda...
Patlayan bombalardan ilki es içinmiş. Sesi duyan insanların olay mahalline koşacağı-birikeceği tahmin edilmiş.
SEYRETMEYİ SEVİYORUZ Şimdi söyleyeceğim ağır duracak ama; seyretmeyi seviyoruz! İkinci bomba katliamın hacmini artırmak için saklanmış. Tam birikmeseyretme anında patlatmışlar onu da. Keşke gitmeseydiniz oraya diyesiyim! Ölenlerin sayısı ikinci bomba patladığında artmıştı. Ama olayın olduğu yerde ne oluyor merakını da aşan bir yardımlaşma hissiyatı da vardı elbette.
Evlerinin pencerelerinden battaniye yetiştirenler, hemen yardıma, koltuk değneği olmaya koşanlar... Ambulanslar yetmemişti, sedyeler büsbütün yetersiz kalmıştı. Çarşaflara, battaniyelere sararak taşıdılar insanları. Yine kendileri sarmaya çalıştılar yaralarını. -Olayın ilk anlarından söz ediyorum- Bağıranlar-çağıranlar, tepki koyanlar... Hele bir sahne var ki gözümün önünden gitmeyecek; orta yaşlı bir adam, yerde yatan bir yaralıya bakarak söyleniyordu ellerini iki yana açıp yüzünü buruşturarak; "Bu ne kardeşim? Böyle olmaz ya!" Elleri ayakları kan içindeydi yerde yatanın. İlk sözleri buydu ayaktakilerin. Şaşkınlık, üzüntü, çaresizlik, yetememe... Hepsi yüklenmişti o cümlelere.
YALNIZ KOYMA BİZİ! Bir genç kız annesinin başındaydı;
"Dayan anne sakın beni bırakma!" Anneler dayanıyordu, babalar büsbütün bitirmişti söyleyecek sözünü. İki genç yaralarına bakıyorlardı savruldukları yerde.
Yaralı bir hayvan gibi yarasını yalıyorlardı birbirlerinin. Ne sormuşlardır birbirlerine? Nasılsın demişler midir? Neye yarar böyle bir durumda nasılsın sorusu?
Anneler susuyorsa, babalar çaresizse, çocuklar ölüyorsa bir ülkede; doğa, gökyüzü, gökyüzünün maviliği, aldığımız soluğun rengi soluyor demektir. Anacığım dayan! Dedim görüntüleri televizyondan izlerken; "Yalnız koyma bizi!"
Artık lügatımdan çıkaracağım bir soru var saklımda; Nasılsın? Ve yanıtı bu sorunun;
"Nasılsın diye sorma / incinecekti ince bedenim bu soruyla nasılsa / nasılsın diye sorma / iyiyim diyeceğim her nasılsa!!!"