Geçtiğimiz hafta bir kazada aç ölen küçük kızın anısına, sefaletin çadır kurduğu bir evin kapısını çaldım.
Bir anne karşıladı beni, bir hüzün karşılaması.
Yüzündeki onurlu çizgileri saymaya kalksam, ömrüm yetmezdi.
Politikanın boşboğazlığına inat, boğazından kuru ekmekten başka bir şey geçmeyen emekli bir öğretmendi.
"O haberi ben de okudum" dedi.
Yanan yüreğinin resmi duruyordu gözlerinde.
Kendi çocuklarının, ölen kızın kaderinden farklı olmadığını biliyordu.
Üzerine titriyordu cam kenarındaki çiçeklerin.
Bütün canlıları yaşatmanın saflarında dururken..
***
Politikanın vaatlerine yaraşmayan bir resimdi, evin içinde gördüğüm.
Politikacıların günahlarının kanıtı.
Kadın, tanımadığı bir evladın acısını içinde taşıyordu da, sorularım da cevabını içinde taşıyordu aslında.
Yine de "Hayattan ne bekliyorsunuz?" diye sordum.
Güldü... Bir yanı soruma güldü, öte yanı masanın üzerinde duran gazetelerin yalanlarına.
"Ülkeme borcumu ödüyorum, alacaklı yanımı da kalbime gömüyorum" dedi.
***
Eski bir şarkı çalıyordu radyoda.
"Kimler geldi, kimler geçti..."
Her gelen bir şeylerini çalmıştı kadının.
İçindeki hırçın okyanus, durgun denizlerle yer değiştirmişti.
Sitemlerin kapısını araladı usulca...
"Bizler insanları aşağılardan alıp yukarıya çıkartıyoruz ama onlar bize hep yüksek tepelerden bakıyorlar." Adressiz mektuptu söyledikleri.
***
Oyalayan politikacılardan da umudunu kesmişti kadın.
Dolarları yalayan gazetecilikten de...
Ne demokrasiye inancı kalmıştı artık.
Ne geleceğe uzanan sahte yaldızlı yolculuğa.
Onlar, hayat borsasında paçavra kağıtlar kadar değer görmeyen, kendi yüreğine zincirli forsalardı.
Biliyordum ki onurlu yaşamayı hiç kimse onlardan daha asil gösteremezdi.
***
O öğretmenler, hâlâ ülkelerine borçlarını ödüyordu da...
Bizler onlara borcumuzu nasıl ödeyecektik...
Bu nasıl insafsız bir düzendi böyle.
Bu ne haksız bir alışveriş!