Türkler'in hafızası yerine mi geliyor?
Türkiye'nin büyük kentlerinde gerçekleşen devasa mitingler, gündemden hiç düşmedi. Medyada yeter derecede tartışıldığı ve sonuç olarak hayli ciddiye alındığı da söylenebilir. Bunlara şehit cenaze törenlerinde patlayan öfkeyi de eklerseniz, ortaya çıkan toplumsal sinerjinin memleketi nereye sürükleyebileceğine ilişkin dürüst ve makul analizler yapılması ihtiyacı her zamankinden fazla belirginleşmiş görünüyor.
***
Milletin (özellikle Türkiye'nin temel dinamiğini oluşturan kentli seçmenlerin) burnundan solumaya başlamış olması, liberal demokrat kimi yazarların endişe buyurdukları gibi, cihet-i askeriyeyi hazır fırsat çıkmışken bir oldu bittiye (eski usül bir darbeye yahut aynı atmosferi haydi haydi yaratacak bir sınır ötesi harekata) sürüklemesi olasılığı sıfır mertebesinde değil elbette. Fakat bu gibi haklı endişelerin, eski bir kabulden kuvvet aldığını söylemek de mantıksız olmaz. Türk Silahlı Kuvvetleri'nde, çok değişik yapılanma ve kademede, bir kaynaşma, bir ısınma meydana geldiğini tahmin etmek güç değil. Fakat Türk Silahlı Kuvvetleri'nin komuta kademesi ile kurmay heyetlerinin, artık eski usul darbelerle içinden çıkılmaz durumlar yaratmak yerine, modern iletişim yöntemleriyle hareket etmeyi, sivil toplum kuruluşları tarzında duyarlılıklar sergileyerek, ülkenin genel yönelimine olumlu katkıları benimsemiş olabileceğini de tahmin etmek mantıksız olmaz.
***
Şu kadar ki, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin bugünkü tepki ve reflekslerine bakılırsa, dünyanın ve bölgenin konjontürel yapısını ıskalayan bir maceraperestlikle değil, stratejik duyarlılıklarla analizler yapıldığına çok sayıda delil bulunabilir. Bu anlamda, stratejik müttefik Amerika'nın Ortadoğu'da yarattığı bataklık soğukkanlılıkla ele alınmakta, PKK terörünün tekrardan diriltilmesi dikkatle izlenirken, ülke içindeki kimi irticai kadrolaşmalara çok daha yoğun enerjiyle yaklaşılmaktadır. Öyle sanıyorum ki, TSK, bir "Kodum mu oturturum" stratejisi peşinde değildir. Olması da ülkenin gerçeklerine uygun düşmez, düşmemektedir. Bu nedenle, liberal demokrat arkadaşların, eski usul darbecilik penceresinden baktıklarını söylüyorum. 28 Şubat süreci bile tek başına TSK'da yeni yaklaşımların ikame edildiğini göstermeye yetecektir.
***
Şimdi gelelim bizim göstermemiz gereken hassasiyetlere: Devasa mitinglerde bir feryat öne çıktı. Ne ABD ne AB! Bu slogan elbette tepkisellik de içeriyor. Son yıllarda özellikle ABD'nin, sonra da AB'nin yarattığı hayal kırıklıklarının bir sonucudur bu! ABD, artık tek kutuplu olan dünyada, Bush'un çetesi Neo-Con'ların icraatları ile demokrasiyi ve devletler hukukunu rafa kaldırmış, AB ise kendi derdine düşmüştür. O kadar ki, Almanya kendisini Merkel'e, Fransa Sarkozy'ye teslim etmiş, İngiltere'de ise Blair'in bileti kesilmiştir.
***
Bu satırları yazarken çektiğim sıkıntıyı anlatamam. Yıllarca Avrupa Birliği'nin bir barış projesi olduğunu, öne çıkardığı hukukun üstünlüğü, insan hakları ve demokrasi değerlerinin olmazsa olmaz değerler olduğunu savunmuş bir gazeteci olarak, ne yazık ki bugün kendimi küresel bir aldatmacanın göbeğinde hissediyorum. Bu değerlerden vaz mı geçiyorsun, diyecek olursanız hayır. Ama Batı'nın vazgeçtiğini görüyorum. Bu durumda da, ülkemiz için hayati anlamdaki bu değerlere artık, başkaları tarafından bize empoze edildikleri için değil, o değerlere kendimiz, kendi inisiyatifimizle pekala sahip çıkabiliriz diye düşünüyorum. Bir tek şartla. Hiçbir kampa ve devlete yataklık etmeksizin, 'Büyük Türkiye' ve 'Becerikli Türkler' paradigması ile birlikte... Türkiye'nin yeni paradigması bu olmak zorunda. Dünyada bizimle birlikte hareket edecek, başka ülkelerin en dinamik halkları ve kamuoyları ile birlikte...
***
Liberal demokrat arkadaşların, 'Ne ABD ne AB' sloganından, Bizi üçüncü dünyaya sürükler, yalnızlaştırır ve içe kapatır, şeklinde korkuya kapılmasına da gerek yok. Çünkü şartlar değişti. Artık dünya soğuk savaş dönemini kapattı. Bu anlamda eski bir 3. Dünya'dan da söz edilemez. Batı'nın köhneleşmeye yüz tutan liberal ekonomileri dünyanın iyi bir gelecek umutlarını giderek parçalarken, yükselen ülkeler ve yükselen devletler, yeni bir dünyanın habercisi olarak algılanmalıdır.
***
Türkiye, dinamik ulusu ve iyi yetişmiş kadroları ile, ille de tek başına değil, hem Batı'nın hem de Doğu'nun daha yaşanabilir bir dünya fikrinde birleşen kuvvetleri ile hareket edecektir. Türkiye edilgen değil etken bir rol algılaması içinde olmalıdır. Kendisini, eski anlayışlar içinde tüketen ve çatışan bir ülke değil, liderlik genlerini öne çıkartan bir ülke olarak ortaya koymalıdır. Bana kalırsa, büyük şehirlerdeki mitinglerde bayrak sallayan Türkler, hafızalarını tazelemiş ve güçlerini hissetmiş Türkler'in habercisidir. IMF programları, giderek artan iç ve dış borçlar, kısır politik çekişmelerin arasında sıkışmaktan sıkılmış Türkler! Evrensel dengelerde rol üstlenebilecek bir Türkiye'yi, ne yazık ki AKP'nin ne yapısı, ne de zihniyetler toplamı geleceğe sürükleyemez. Türkiye'nin bin yıllık hafızası yerine gelmektedir ve bu ülkeye yeni bir politik liderlik yaratmamız şarttır. Bu mesele, Seçimlerde kime oy verilecek, sorusundan daha derinde bir sorundur, stratejiktir!