Bodrum Antik Tiyatro'nun kulisi. Sibel Can konseri için saçını, makyajını yaptırıyor. Dertleşiyoruz.
- Türk Sanat Müziği'ni iyi icra etmek zor iş. - Hem de ne zor. İnan bana Mustafa Erses Hoca'nın kapısında yatardım çocukken, tek bir şarkıyı düzgün geçelim diye. Halk müziğini de çok iyi bilmelisin mesela.
- Sen ne zaman dönüyorsun İstanbul'a Sibel? - Yarın sabah dönüyorum Savaş Abi.
- Dönemiyorsun. - !!!!!
- Çünkü ev ödevin var. - Hayırdır abi?
- Müzeyyen Abla senin gidip el öpmeni bekliyor. - Ne diyorsun abim. Tabii ki, tabii ki dönmem Müzeyyen Ablam'ı görmeden.
O GÜN O EVDE Sibel Can, konuşmamızın ardından yardımcısına talimat veriyor ve bileti sabahtan gece uçuşuna çevirtiyor. Ertesi gün Bodrum Konacık'ta Senar'ın kızı Feraye'nin evindeyiz. Elinde çiçeğiyle Sibel iniyor ve koşar adım ilerleyip sarılıyor Diva'sına. O andan itibaren hiç tanımadığım bir Sibel çıkıyor ortaya. O elini sıcak sudan soğuk suya sokmayan, şöhretin doruklarında bir star değil bir komşu kızı, ailenin bir ferdi ya da işini candan yürekten yapan bir Can hemşire. Örselememesi için Müzeyyen Abla'sının ayaklarından tutuyor, yönlendiriyor tekerlekli sandalyeyi. Dev bir çınarı andıran ustasını böyle görmekten dolayı içi parça pincik oluyor, belli etmiyor.
'OYNAK ÇALIN BE!..' Sibel fazla tutamıyor kendisini. Ağlıyor. Feraye, torunu Murat ve gelini, üst kat balkonundan bizi izleyen komşuları, yandaki mandıradan ayran getiren mahalle esnafı herkes herkes gözyaşı döküyor. O ağır havayı dağıtan yine Müzeyyen Abla oluyor. - Nedir bu kasvet yahu! Çalın şöyle oynak bir şey de hep birlikte okuyalım. Ardından gelen şarkı pek oynak olmasa da serinlik veriyor ortama. Sibel bir başka okuyor Sezen'in şarkısını..." Lale devri çocuklarıyız biz, zamanımız geçti"