Ömer Hoca, içimizden biri... Anadolu'nun dört bir yanını dolaşmış, ardından kendini hasta çocuklara adamış... Ama kaderin kötü bir oyunu kendi oğlunu da öğrencisi yapıvermiş....
Sıcacık bir yuva, sıkıca kenetlenmiş 4 insan... Boran Ailesi, her türlü zorluğu birbirlerine duydukları güven ve sevgiyle aşmış.
'Var mısın, Yok musun?' yarışmasıyla girdiler hayatımıza! İliklerimize kadar işleyip hüzünlü bir sevinç yaşattılar! Geçtiğimiz akşamlardan birinde konuk olduk evlerine, hikayelerini bir de onların ağzından dinlemek istedik. Dünya güzeli bir aile çıktı karşımıza. Yüzü gülen, sevgi ve şefkat dolu bir anne Fatma Boran... Cesur, yürekli, bilgili ve ilgili bir baba Ömer Boran... Kardeşinin durumunu içine sindirmiş, zeki ve başarılı bir abla Deniz... Ve de yüzüne bakmaya kıyamayacağınız, gözlerinden zeka fışkıran bir 'küçük adam' Yağız Fırat... Beklediğimizin aksine ne coşkun bir sevinç vardı Boran'ların evinde, ne de hastalığa yenik, yorgun 4 insan... O kadar güçlülerdi ki kaderin oyunu karşısında, Yağız'ın koltukta oturur haline acımak mümkün değildi. Çünkü bu evin kapısından pes etmek, acımak, acındırmak kavramları hiç girememişti. Şaşırarak izledik! Ancak bizi içlerine alıp kendilerini anlatmaları uzun sürmedi. Ömer Hoca yaşadıklarını anlattıkça bilginin çaresizlik karşısında ne kadar dik durabildiğini gördük.
KADERİN ACI BİR OYUNU Ömer Boran, mesleğinin 18'inci yılında bir öğretmen... Eşi Fatma Hanım'la Giresun Eğitim'de tanışmış. İki çiçeği burnunda öğretmen olarak Giresun'dan çıktıklarında çalmış ilk büyük acı kapıyı. Ömer Hoca, gencecik babasını yitirmiş, ardından düğün ertelenmiş. 6 ay sonra tekrar kavuştuklarında bir daha bırakmamacasına tutmuşlar birbirlerinin elini. Ele ele dolaşmışlar Diyarbakır'dan Giresun'a, Amasra'dan İstanbul'a memleket toprağını. 2003 yılında yolları değil, tayinleri İstanbul'a çıkınca iki çocuklarını da yaren edip yanlarına gelmişler. Kader, Ömer Hoca'nın kapısını yeni okulunun öğretmenler odasında çalmış. Masadaki evrakları görünce yüreği pır pır etmiş kendi tabiriyle... İlk kez eşinin sözünü dinlememiş... Kanserli çocuklara adamaya karar vermiş kendini, başına geleceklerden habersiz. Yürümüş görünmez kaderin üstüne tüm zırhlarını kuşanarak....
* Kanserli çocuklarla çalışmaya nasıl karar verdiniz? Bir gün öğretmenler odasında oturuyorum. Evraklar geldi. Bir baktım, İstanbul Üniversitesi Onkoloji Enstitüsü Hastanesi İlköğretim Okulu'na gönüllü öğretmen aranıyor.
* O sırada sağlıklı çocuklarla çalışmaya devam ediyordunuz, değil mi? Tabii, sınıf öğretmenliği yapıyordum. O an içimde bir değişiklik oldu. Sanki böyle içim kıpır kıpır. Eve geldim, konuyu eşime açtım. 'Ben buraya müracaat edeceğim' dedim. Eşim karşı çıktı. Çünkü ben çok duygusal bir adamımdır. Film izlerken bile ağlayabilirim.
EŞİMİ İLK DEFA DİNLEMEDİM * Eşinizi dinlemediniz ama... Hayatımda ilk defa eşimi dinlemedim. Onun tek korkusu orada çok yaprak dökümü yaşamamdı. Çok etkileneceğimden çekindi. Ama ben, hemen müracaat ettim.
* Öğrencilerinizin hepsi lösemili çocuklar mı? Hastalarımın çoğu tümörlü çocuklar. Bir kısmı ise lösemi hastası. Lösemi hastalarına ilik gerekiyor. Ayrıca her lösemiliye de değil, ilaç tedavisine cevap vermeyenlere.
* Yağız'ın hastalığını nasıl fark ettiniz? 28 Nisan 2006'da, yani onkolojide öğretmenliğe başladıktan 2 buçuk yıl sonra eşimin titizliği sayesinde öğrendik hastalığı. Yağız'da her çocukta olabilecek kuru bir ateş oldu. Eşim doktora götürmek istedi.