İşte o 'eser'
"Sen.. İstanbul'da yaşayıp, ölsen... Bilemezsin bu kenti, şunları bilemezsin: Körkütük bir İstanbul sabahında. Suhunet sıfırın altında ve sıfır dördü yeni geçmişken saatler. Kuşlar kanat altı yapmışken başlarını. Sokak köpeklerine 'gün doğuran' geceler hükmederken kente. Cılız ışıklarıyla kırklık hol ampullerinin, güya aydınlık nöbetini tutuyorsa tek tük evler-daireler. İşte böyle vakitlerde; Tophane fırınlarından bir kez bile sıcak poğaça almadıysan şayet.
TIRNAKLARIYLA Koyu karanlıklarında zifir gecelerin, Tarlabaşı'ların is karası mekanlarına sabıkası mebzul 'yurttaş' doluştuğunu görmediysen. Yalancı kahkahalarını işitmediysen kaldırım fahişelerinin. Dahası fahiş fiyatlara peşkeşlenen çocuk bedenlerin eziyet tırnakları yırtmadıysa yüzünü. Loş mekan kapılarında yalnızlığın aciz badigartları, kaslı kollarını umutsuzluğa kavuşturmuşken. Bir kahya, keyfinin arabasını park edecek gibi 'anahtar' istememişse sırtlan sesiyle.
KEZZAPLANMIŞSEVİLER Bir 'çevirme', bir 'uygulama', bir 'operasyon', bir 'güvenlik icraatı' denk gelmemişse güzergahına. Sükunun kezzaplanmamışsa yani. Yani bütün aşkların, sevdaların, flörtlerin, hoşlaşmaların dallı kravat, güllü gömlek, marka ceket, jöle yele 'tıkırdanlığındaysa'. Uyku vakitlerine doğru; kopmuş bir teğel ipliği gibi sarkıyorsa tekil başınalığın. Yastığında izi çıkmıyorsa bir sevdalı başının. Somyalarında kucakladığın yalnızca bir parça soğuk, sümsük, gri ve nezaketsiz bir hava boşluğuysa. Dur!.. Dur ve düşün. Düşün ve kıy kendine. Bir kere olsun; 'Ben nerede yanlış yaptım?' diye sor kendine... Korkma!.. Korkma ve yanıtla!.. Sonra, kız, haykır, bağır, çağır, kır!.. Ne bardak, ne tabak, ne abajur bırakma parçalamadık. Ne de duvar aynası, telefon sehpası... Ve körkütük bir sabahında İstanbul'un... 'Sızmaya yat' yatağına bu kez..."