Kurtuluş Savaşı'nın son kahramanlarının, Hadi Çaman'ın ve Edith Piaf'ın hikayeleri benim için aynı yazıda buluştu bugün. Öncelikli Kurtuluş Savaşı'nın son kahramanları Süvari Çavuş Yakup, Nişancı Er Ömer ve Sıhhıye Onbaşı Veysel'den bahsedelim. Kurtuluş Savaşı gazilerini genellikle resmi geçit törenlerindeki görüntülerden hatırlarız. Türk Sineması'nın usta yönetmenlerinden biri olan ve yaklaşık dört sene önce kendisiyle büyük bir zevkle çalışma imkanı bulduğum sevgili hocamız Nesli Çölgeçen ise gazilerimizi daha derinden, günlük yaşamları ve savaş anılarıyla bezemiş olduğu bir belgeselle beyaz perdeye aktarıyor. Kurtuluş Savaşı'nın bu son üç tanığı 'Son Buluşma' adlı belgeselle buluşacak bizlerle. 24 Ekim'de vizyona girecek 'Son Buluşma'yı son üç gazimiz hayata veda ettiklerinden dolayı seyredemeyecek ama vatanımız için, Cumhuriyetimiz'in kurulması için canını, kanını bu topraklara akıtmış olan gazilerin ve şehitlerin ruhları, ailelerinin yürekleri 'Son Buluşma'da buluşacaktır. Gelelim Hadi Çaman'ın yaşlılığını geçirdiği huzurevindeki dramına... Gazeteci Ali Eyüboğlu'nun Cuma günkü yazısını okuduğumda ALS hastalığının insan üzerinde ne büyük ve ne acı bir etki yarattığını, nasıl bir çaresizlik ve umutsuzluk haliyle mücadele edildiğini, yaşlanmanın dayanılmaz ağırlığını bir kez daha yüreğimde hissettim. Tiyatro dünyasının önemli oyuncu ve hocalarından biri olan sevgili Hadi Çaman'ın inanılmaz zayıflamış olması, yemek yiyemeyip, su içememesi, konuşmaya çalışıp sesinin çıkamaması, çiğneme refleksinin yok olması, delinin gırtlağı ile mideye verilen hortumdan beslenmesi, vücudundaki tüm kasları eridiği için vücudunun işlevini yerine getirememesi ve Ali Eyüboğlu'nun bir bloknot eline verip o kağıda zar zor şu kelimeleri yazması: "Sesim yok. İnanılmaz zayıfladım. Evde yaşamama imkan yok. Münir Özkul'la Vehbi Koç'un kızı da benim gibi... 40 yıldan sonra bu hale gelmem beni mahvetti. Ölmek istiyorum." Hepimizi derinden etkileyecek bir durumdur. Maddi ve manevi destekleriniz için kendisi Kızıltoprak Doğa Huzurevi'ndeymiş. Şimdi sıra Edith Piaf'ta; Fransızlar'ın 'Kaldırım Serçesi' muhteşem bir ses, harikulade bir yorum ve etkileyici bir yaşam hikayesi... Edith Piaf Fransızlar'ın gururu bir sanatçı. Hikayesi ise kısaca şöyle: Kaldırımlarda şarkı söylerken bir kabare işletmecisi onu keşfediyor... Bitmek tükenmek bilmeyen enerjisi ve azmiyle bir dünya starı oluyor. Küçüklüğünden ölümüne kadar olaylar zinciri, bir duygu seli... Aslında hepimizin yaşayabileceği acılardan o da payına düşeni alıyor. Genç bir kızken ateşli bir hastalıktan çocuğunu kaybetmesi, gerçek aşkı yakalamışken onun arzu ve isteğiyle o geceki uçağa binen aşkını o uçak kazasında kaybetmesi hırçınlığının, acılarının örselenmesinin iki büyük nedenini oluşturuyor. Peki yaşamımızda her şey bizim için değil mi? Mutlu ve sürpriz dolu olayları gönlümüz ve ruhumuz nasıl içimize sindiriyorsa aslında acı dolu ve mutsuzluk getiren sürprizleride aynı olgunluk ve farkındalıkla karşılamak gerekmez mi? Bu yaşam acılarını içimizde büyütüp bloke edip neden halledemediğimiz ruhsal ve zihinsel sıkıntılarımızda yaşlanalım? Yaşlılık, huzur, tamamlanmışlık, aydınlanmakla daha güzel bir şekilde bizim olmaz mı? İşte Edith acılarıyla örselenmiş, birikmiş bir acı dağı içinde hayata veda ediyor. Ve son röportajındaki son cümleler: - Ölümden korkuyor musunuz? - Yalnızlıktan korktuğumdan daha az. - Dua eder misiniz? - Tabii çünkü aşka inanıyorum. - Bir kadına bir öğüt verseydiniz bu ne olurdu? - Sevmesi - Bir genç kıza? - Sevmesi - Bir çocuğa? - Sevmesi Ve işte filmin son konseri, son şarkı ve sözleri: HAYIR! Hiçbir şeyden! Hayır... Hiçbir şeyden pişman değilim! Bana yapılan iyilikten de kötülükten de. Benim için hepsi aynı! Yazımdaki üç başlıktaki bu insanlar yaşamlarının son katlarında teraslarında yaşamı en iyi en güzel yerden seyretmeyi hak etmezler miydi sizce? Peki siz yaşlılığınızda hangi katta olmak istiyorsunuz?