Çocukluğumuzda hepimizin zulasında bir şiir dururdu. Annabell Lee ....
Bir deniz ülkesinde çocukça sevdanın şiiri. En temiz duyguların, mahşere kadar sürecek özlemi.
Senelerce önceydi, o zaman televizyon yoktu, gazeteler yürekliydi, insanlar gibi.
Ülkemiz deniz ülkesiydi, limanlara rüya taşırdı gemiler...
Sevda yüklü kervanlarımız vardı.
Aşk, gecelik değil ömürlüktü.
***
Hayatın sırlarını bulduğumuz şiirdi Annabel Lee ...
Yerde bulduğumuz bir gazete sayfasını, çömelip okumaktı.
Sevdanın anadiliydi.
Su gibi ömürlüydü çocuklar, sofralar bereketli.
Patiskaya gül işlerdi kadınlar, komşular birbirine kardeş bakardı.
Katillerle barışık yaşayan devlet düzeni kurulmamıştı henüz.
***
Eski bir balıkçı feneriydi Annabell Lee, yaşayan sevdaları işaret eden.
Bizi mum gibi titreten sevdaların rehberi.
Camdan cama yaşanan aşkların ta kendisiydi.
Geceleri sokak lambasından ilham almak, ıslık çalmak pencere önünde.
Delikanlı düşlerin mahallelere egemen olduğu yıllar...
***
Elmaya giren kurt, elmayı çürüttü.
Camiye giren siyaset, ülkeyi böldü.
Eve giren magazin, aşkı öldürdü.
Ve Annabell Lee manken oldu...
Aşkın berbat temsilcilerini teşhir eden televizyonlar, ne şiirin kutsallığını bıraktı, ne sevdanın ölmezliğini.
Şimdi üç paralık ilişkilere bile "aşk" denirken, şöhretli olsun da ne olursa olsun önemli değil.
Hem magazinde, hem sporda.
Şimdi, şehrin arka sokaklarında kaybolan bir ömrün işçileriyiz.
Sözlerin yalanı, gözlerin yılanı itibar görüyor.
***
Oysa, düşlerimizin geliniydi Annabell Lee, rüyalarımızın sevgilisi.
Şimdi "sentetik düşlerin" ucuz kahramanlarıyla, ne şiirlerin tadı var artık, ne ölümsüz sevgilerin.
Bir yandan adına sosyete denen, özentilerin ahlaksızlık keneleri...
Öte yandan Irak'ta ölen çocuklar için bile kılını kıpırdatmayan mutaassıp politika, elele verip yüreklerimizi kuruttu.
Biz Annabell Lee'yi unuttuk.
Annabell Lee bizi...