Uzaktan bakıp dilsiz sandığınız heykellerin bile dili vardır atın niye olmasın. Hele Kafkaslı gibi şampiyon bir atın....
Bir bayram sabahında, şampiyon bir atla konuşma fikrimin çok sebebi vardı kuşkusuz...
Hayatın insanların tarafını tutmasının en belirgin özelliği hayvanların dilsizliğidir. Oysa heykellerin bile dili vardır, atların niye olmasın. Üstelik o at şampiyonsa ve adı Kafkaslı'ysa. Sabahın erken saatlerinde, Kafkaslı'nın ahırının kapısını çaldım. Birbirine benzeyen Çinliler gibi, atları da birbirinden ayırt etmekte oldum olası zorlanırım. Karşıma heybetli bir at çıktı. 2 yılda 4 trilyon 118 milyar kazanmış bir ata prensler gibi bakıldığını hayal etmiştim, yalan değil. "Hani at bağlasan durmaz derler ya, aynen o biçim bir yerde kalıyorsun, üstelik şampiyon olarak. Bu nasıl bir çelişki?" diye sordum Kafkaslı'ya... Önündeki yemlerden başını kaldırıp, soluğuna gem vurdu bir an. "Sizler gibi iki oda bir salon sistemi bize doğuştan yasak" diye cevap verdi. Derin bir "ahh" çektim, "Keşke" dedim, "Parasıyla kanunları bile değiştirenler ülkesinde, atların sistemi ülkemizdeki insanlar için de geçerli olsa..." İçimden geçenleri anlamış olmalı ki, "Sizler sıktığınız yumruklarla soğan kırmayı bile beceremediniz. O yüzden paranın sizleri yönetmesine itiraz hakkınız elinizden alınmıştır." "Çok kitap okumuş bir halin var" dedim, bilge bir eda takındı. "Taylığımda bu tür meselelerle çok düşüp kalktım." Kendinden başka herkesi taşıyan bir ata, "Kazandığın paradan haberin var mı?" diye sordum. "Var" dedi, "Ama elde avuçta bir şey yok!" O sırada atın sahibi Remazan Kaya, bir avuç kuru üzüm yedirdi ona. Güldü. Şampiyon atlar için kuru üzüm bile büyük bir ödüldü... "Sahibine göre mi kişniyorsun?" diye sordum, "Evet" dedi, "Sizlerin rütbeye göre hareket etmenizle eş değer bir durum." Gözlerinin kuyusundan, anlamlı sözcükler çıkartmaya başladı aniden. "Sizler sazlı sözlü yaşarken, bizler enstrümantal olarak yaşıyoruz. Sizler hayatınızı sadece kendi törenleriniz ve çıkarlarınız üzerine inşa ediyorsunuz. İki kişilik bir dünyanızda bile köle ve amir tavrınız vardır. Oysa bizler özgürlüğün sembolüyüz." Şampiyon olmasının, onu böyle güçlü kıldığını düşündüm de, "Yoo" dedi, "Arabaları çeken atlar da aynıdır. Onlar bizim zencilerimiz. Ya da sigortasız çalışan inşaat işçilerimiz. Ama inan özgürlükle ilgili düşlerinde, hiçbirinde sapma yoktur." Sonsuz çayırlarda uçan küheylan olmak isteği, şampiyonluktan bile değerliydi de, "Senin kadar hızlı koşan bir at, neden özgürlüğe kaçmıyor?" diye kışkırtıcı bir soru yönelttim. "Bizler yol arkadaşlarımızı tarih boyunca satmadık" dedi, sanki okkalı bir tokat attı bana. Şiirlerde isimleri geçerdi, "Soylu at gibi ölüme koşmak." Ama bu fedakarlığa ince bir çizgi çekti. "Bizleri, sizlerin sorumsuz tavrına karşı örgütleyecek yapımız olmasını isterdim." Kaybettikleri yarışlardan sonra, insanların onlara ezilmiş ot gibi bakmasına isyanı vardı. Ve tarihi bir söze eşlik etti. "İnsanlar kendilerini öyle büyük görmesin. Benim de dört ayağım var ama tökezliyorum, iki ayak ne ki." Bir yarış atı olarak, insanların umutlarına koşuyordu. "At koşar, baht kazanır" dedi. Onlar koşarak yaşarken, bizler yürüyerek onlar kadar hassas yaşam süremiyorduk belki. "Çok arabesksiniz. O yüzden herkes çürük elmalardan yana olduğu içindir ki, en kutsal değerleriniz bile sağlam kalmıyor" dedi. Bir atın, insanlardan daha derin gözlerinin olduğunun belgesiydi bu açıklamalar. Garip bir dünyaydı zaten. Yarışı atlar kazanıyor, ödülü insanlar alıyordu. Atlara da bir avuç kuru üzüm kalıyordu ödül olarak.