"Çocuksu, uçarı koşmak seninle. Ellerin bir martı, telaşlı ve ürkek. Ellerin fırtınada çırpınan bir beyaz yelken."
Böyle diyordu Livaneli şarkısının sözleri. Adeta bu çocukları, rüzgarın çocuklarını anlatıyordu dizeleri. O çocuklar... Rüzgarın çocukları yani. Yani, sabi zamanlarında, küçümen çağlarında yelkene, köpüğe, küreğe, ipe, maviye, denize sevdalı evlatlar. Akranları "terli terli su içme hastalanırsın" nasihatleriyle ebeveyn topacı olup dönerken; "karşıdan karşıya geçersen ezilirisin" raconlarıyla şapşal edilirken onlar deryanın ortasında bir başlarına esen yelle, yönle, kerterizle, miniko tekneleriyle amma ille de müstakbel hayat eskizinin ta kendisiyle mücadele etmeyi öğreniyorlar.
Her yerdeler
Moda'da, Fenerbahçe Burnu'nda, Beykoz'da, Hamsiköy'de, Şile'de, Turgut Reis'te, Rize'de, Marmaris'te olmaları fark etmez. Ustalar, abi ablalar geliyor, "Bu yeke. Bu yeke palanı bu da Bunlar tüy bulutlar, böyle yükseklerde ve tüy tüy. Aha bunlar da sirüs beyaz, at kuyruğu ve çengel olurlar unutmayın" diyorlar. Sonra abordayı, funda demiri, ıskarmozu, can salını anlatıyorlar tek tek. Ve hap kadar kutulara direk takıp, kumaş sermişsin gibi görünen minik kayıklarına optimistlerine uğurluyorlar onları.