Spor yazarları arasında bir 'efsane' olarak sayılan İslam Çupi, adını basın tarihine altın harflerle yazdırdı. Çupi sadece kalemiyle değil altın kalbi, hoş sohbeti ve duygusallığıyla da gönülleri fethetti....
Yıllar önceydi... Kadıköy- Beşiktaş vapurundaydım. 'Hani O Saçlarına Taç Yaptığım Çiçekler'i çalıyordu yaşlı adam eksik tuş akordiyonuyla....
Tuşlarından çıkan seslerin şarkıyı tanımlamadığına aldırmadan. Alışkanlığın adıyla çalıyordu şarkıyı... Kadıköy-Eminönü vapuru aşkımızın yolculuğuna taşıyordu bizi... Akordiyonun tuşlarındaki eksiği de biz tamamlıyorduk. "Biz" diyebileceğim bir durum vardı vapurda. Ve "biz" durumunu yaratanlar 1'er 2'şer akordiyonun önüne teyellenmiş, atlas kumaştan yapılmış keseye paralar atıyorduk. 'Biz' bir durumdu artık o an vapurda. Yalnız olmaklığımızı aştığımız bir durumdu "biz" olmak. O şarkıyı, o şarkının çağrıştırdıklarını, o şarkıdaki sıcaklığı, kış ortasındaki ılıklığını dahası...
CAĞALOĞLU KALİTESİ... Hisseden, duyumsayan, tadına varan insanlar vardı orada. Yine Şubat ve yine aynı vapurdayım; eşek poyrazı iliklerimizi yoklamaya başladığında 'ustanın' yokluğunun ayrımıyla düşünüyordum üşüten yalnızlığımızı. 'Taraftar Fenerbahçeliliğim' diye yazmıştı 2001 Şubat'ında yitirdiğimiz İslam usta... Yalnız mıydı? Değil elbet. Biz vardık onun yolculuğunda. O şarkının notalarına sızmamış, oradaki sıcaklığı yakalamamış insana şaşarım senin "Her şeyi ile kurumuş, nefes almaz, dostluk bilmez, her organı ile makinaya teslim olmuş o insanlara nasıl gazeteci dersiniz?" sorusunun ardına sakladığın şaşkınlığındaki gibi. "Bu kadar insanın dışında yaşayan, olayın uzağında çöreklenmiş gazeteler, stajyer ordusuyla, başsız, lidersiz, iyi antrenörden yoksun kalabalıkla Cağaloğlu'ndaki kaliteyi nasıl yakalayacaksınız?"
KÖŞEYİ 'YAKALAMIŞ' ADAMLAR Usta yıllar sonra plazaların dikildiği yere çalışmaya gitmek zorunda kalmıştı. İşe giderken soranlara şöyle dermiş; "Centers..r'e gidiyorum..." Alıntılamaya çalıştığım cümleler onun 2000'de Gazeteciler Cemiyeti Ödülü'nü aldığı 'Namık Sevik'i Yeniden Anarken' başlıklı yazısındandı. Onun bize bağışladığı keyfin yazıya kattığı tadı hep duyumsadım. 2001 kışında aramızdan göçüp gittiğinde 'Şimdi ne olacak?' diye sormuştum kendi kendime. Sanki 'yazın'ın ucu kaçacaktı da baba eliyle sıkı sıkı yapışmıştı; "Kalite çok düştü. Köşeyi "yakalamış" adam yazıyor. Bu iş bu kadar basit mi? Ben sana bi şey söölim mi? Ben çok zor koşullarda çalışırdım. Şimdi 'gece maçı' diye bir şey çıktı başımıza, orada kim ne gördüyse irticalen yazıyor. Bu işin kalitesi giderek düştü..." İnadına bir şeyleri savunmanın zorluğundan söz ederken belki de içinden çıkılmaz işlerin olacağını önceden kestirmişti. -Onunki bilmekle ilgili daha çok. Denemek ve bulmakla ilgili- Asıl zorluğun iliklerine kadar anlamsızlıkla yoğrulmuş insan topluluğuna bir şeyleri anlatmak olduğunu söylemişti;
"...adamsızlığın kalitesizliğini had safhada çekiyor Türkiye. Ama her yerde, sinemada, siyasette, sanatta. Her yerde kalitesizliği görürsün"
Ustanın sohbetlerinin tatlılığını yaşayanlar bilir. Etrafına topladığı kalabalığa anlatır anlatır, sözünün bittiği yerde de şakayla karışık bir roman ismiyle kalkarmış masadan; "Yağmur bitti! Dağılın!" Seninle ilgili ve belleğime asacağım sözcüğü Metin Türel söylemişti; "Onu okumak mükellef bir sabah kahvaltısı gibiydi!" Dağıldık, büyük usta. Yokuştan aşağıya inerken birbirinin omzunu terk eden sıralar gibi dağıldık. Aşağıda daha büyük yangınlar bekliyormuş bizi. 'Çıldırmış bunlar' diyebiliyoruz sadece; 'çıldırmışlar!'; "Cağaloğlu'ndaki simitle gününü geçirmek bile holdinglerde yenen lüks öğle yemeklerinden daha verimli bir 'gazeteci tokluğu' idi. Cağaloğlu'ndaki masasına bir daktilo yerleştirmiş tek odası bile holdinglerin kalabalık insanlı salonlarından çok gazeteci avı taşardı. Cağaloğlu'ndaki kırık bir masada yazılan bir haber, Bağcılar'da çıkan bir gazeteden değerliydi" Vefa belki de artık bir semtin adıydı. Emek bilirlik, kadirşinaslık, emeğe saygı uzak bir ülkenin söylencesiydi belki. Her 10 yılda bir yediğimiz karartma bir çılgınlık hali gibi duruyordu anılarımızın incelen yerlerinde. Söyleşimizin sonunda beni kapıya kadar geçirmiş, eliyle selamlayarak 'başarılar' demiştin.
'BU MESLEK PARA GETİRMEDİ' Şöyle yazmıştın Hey Gidi İstanbul adlı kitabında; "Gazetecilikte ihtisaslaşma da yoktur branş da. Bunlar aynı insanların aynı olaylara baka baka körleşmesi demektir. Sonunda gazetecinin aynı numaralara aynı sorularla telefon etmesi, gazetecinin günler aylar boyu saha denen hapishanenin içinde tutsak kalması, onun yaratıcılığına yeni pencereler açmaz... Ben gazetecilikte her türlü yazım serseriliğini, her türlü branş hercailiğini tattım uzun uzun. Bu meslek bana çok para getirmedi ama, kendi başıma buyruk yaşayacağım bir hayat saati getirdi, kalabalıklar yığdı etrafıma, hem ölmüş hem yaşayan. Vücudumda büyük yorgunluklar, ruhumda kocaman bir kanıksama var artık!"
TAÇ YAPTIĞIM ÇİÇEKLER... Bir Kadıköy vapurunda, işte ustayı da anımsatan biz diyeceğim bir durum doğdu geçen gün. Çok zamandır bu duyguyu böyle yaşamışlığım yoktu. -Hep yol alan bir 'ekispires' yalnızlığı bizimkisi.- Akordiyonun eksik tuşları olduk bir zaman sonra. Hep bir ağızdan şarkımızı mırıldandık; "Hani O Saçlarına Taç Yaptığım Çiçekler". Biliyordum o gün Beşiktaş-Eminönü vapurundaydı İslam Usta. Kırık seslerimizi gözleri kapalı, elinde kadehiyle selamlıyor bizi. İncelerekten dinliyor oradaki inceliğimizi. Şimdi küçük kırmızı bir top düşüyor aramıza, kalkıp bir minyatür kale maç çeviriyoruz orada-aynı maçı kibrit kutusuyla Gazeteciler Cemiyeti'nde el ayak çekildikten sonra Metin Oktay'la yapmışlar- Bütün Çapalılar seyircimiz, İslam Usta geçmiş günlerden kalma hünerlerini döküyor ortaya. Bağırış çağırış, güle söyleye akıyoruz Eminönü iskelesine doğru. Babıali Yokuşu... Şimdi sessiz olalım usta yürüyor; "Deniz Bitti! Deniz Biti! Dağılın...