Dün herkesin gözü kulağı Lüksemburg'taydı. Tabii buradaki "herkes" lafın gelişi. Bir kesim var ki, onlar yine kendi sorunlarıyla, kendi günlük hayatlarıyla baş başaydı. İşlerine gittiler. TV'de sevdikleri dizileri izlediler. Hükümet, siyasiler, iş adamları ve ekonomi çevreleri ise olaya başka bir açıdan baktılar. Türkiye'nin kader günü olarak gördüler. Kimi bu kader gününü paraya çevirme telaşı içindeydi. Buna göre borsada alım-satım yaptılar. TL satıp döviz aldılar. "Kurt puslu havayı sever" misali spekülatörler borsanın dip yaptığı saatlerde alıma geçtiler. Hisse topladılar. Söyle düşünüyorlardı: - Görüşmelerin ibresi olumluya dönerse borsa yeniden yükselir. Ben de bir günde en az yüzde 5 kazanırım. Avusturya'nın direnmesi ve peş peşe gelen olumsuz haberler gün boyu bir işkenceye dönüştü. Kiminin bir gözü Lüksemburg'ta, bir gözü ekranlardaydı. O ekranlarda ise borsa, döviz, faiz hareketleri vardı. Böyle bir ortamda Başbakan Erdoğan'ın basın toplantısında söylediği sözler gerçekten ilginçti. Erdoğan, AB'ye sert çıkmak yerine iç politikaya daldı. Muhalefete yüklendi. "Partimize olan destek giderek artıyor" gibi gündem dışı laflar etti. Demek ki politikacı olmak bunu gerektiriyor. Bu işin kolay olmayacağı çok önceden biliniyordu. Yine de iyimser beklentiler içine girildi. Sanki bize hiçbir sorun çıkarmayacaklar gibi bir hava yaratıldı. Beklentiler gerçekçi tutulsaydı, dün borsa dip yapmaz, para piyasaları dalgalanmazdı. Ne yazık ki, böyle durumlarda olan küçük yatırımcılara oluyor. Onlar paniğe kapıldıkları için en düşük fiyattan satış yapıyor. Büyükler bekliyor ve kazanıyor. Zaten sonuç olumlu da olumsuz da olsa birkaç gün sonra taşlar yerine oturacaktı. Türk ekonomisi bu yüzden ne krize girecek ne de şaha kalkacak değil. Biz işimize gücümüze bakalım.