Eski ve soğuk taş duvarların üzerinden akan rutubetin sebep olduğu, tuhaf bir koku var bu antik dehlizlerde. Uzak bir zamanda, buradan geçen zırhlar içindeki bir şövalyenin çizmelerinden dökülen ve binlerce asırdır bu zeminde yatan toz yavaşça havalanıyor, ben temkinli adımlarla ilerlerken... Nefes alışlarımda binlerce asrın yükünü hissediyorum bu tozla, ama zaten buraya bunun için gelmedim mi? Kim yatıyor taş lahitlerin içinde? Yazık, mezar taşlarından isimleri silinmiş. Kemikleri toza dönüşmüş, gümüş takıları küflenmiş. Kim yatıyor, bilen hiç çıkmayacak mı? Yazık, onları hatırlayan kimse yok artık. Onurlu soyları, çok uzun zaman önce tükenmiş... Taş duvarlar zamana direniyor, ama bir gün artık güçleri kalmayacak ve önce oldukları yere çökecekler, sonra da ufalanıp kuma dönüşecekler. Zaman ne aç, ne zalim bir yaratık! Her şeyi kemiriyor ve asla doymuyor, geriye ne kralların tahtını bırakıyor, ne de dilencilerin kemiklerini. Belki adil olduğunu söyleyebilirim, çünkü kimseyi gözetmiyor, asla rüşvet kabul etmiyor. Ama zaten ona rüşvet olarak ne verilebilir ki! Biraz sabırlı kemiklerim dahil, bana ait olan her şeyi alacak ve bunu ikimiz de iyi biliyoruz. Uzun zaman önce anladım. Ben sadece öğle güneşinde yere düşen bir gölgeyim ve omuz silkip her şeye boş verdim. Neden ölüm beni kovalarken, zamanla çekişeyim? Bir gölge olmak... Bakışların içinden geçtiği; duyulmayan, elle tutulmayan, sadece bazen orada olduğu hissedilip tedirginlikle ürperilen bir varlık olmak... Rüzgarlı ve fırtınalı bir gecede, karanlık sokakları bir an için daha da karanlığa boğarak süzülüp geçmek... Binlerce kişinin arasından kimseye dokunmadan sıyrılıp geçmek, her zaman bir buz dağının kalbi kadar soğuk olmak. Nefret ve sevgi, Uğramasın sana, Hep soğuk ol, Hep soluk... Karanlık odanın 3 köşesinde 3 taş taht duruyor. 3 tahta oturmuş, 3 hareketsiz siluet. Artık şekli bozulmuş, her biri birer gölgeye dönüşmüş 3 soluk şekil. Bir zamanlar gözlerin olduğu, canlı ve hayat dolu gözlerin olduğu, karanlık boşluklar odanın ortasındaki taş mangala yönelmiş, sanki hiç görmüyormuş gibi bakıyorlar. Mangalın içinde küçük ve cılız bir alev var, soluk renkli bir alev. Odanın hareketsiz havasında hiç dalgalanmadan yanıyor, soluk beyaz rengine bakarak yandığı ne kadar söylenebilirse, o kadar yanıyor. Üzerindeki bakışlara aldırmadan yanıyor. Yaratılmış her şeyin bilgisiyle yanıyor. Elini üzerine tutsan, sadece soğuk bir esinti hissedersin, ama gözlerini üzerine dikenlerin ruhlarını yakarak yanıyor. Yan. Sessiz ve derinden yan. Bilinmesin gördüklerinin verdiği acı. Duyulmasın attığın sessiz çığlık. Yan... Adımlarım sakin ama kararlı, kaderin bana oynadığı oyuna boyun eğdim, rüzgarın estiği yöne sürükleniyorum. Kafamın dışındaki bir sürü ses, hayatın anlamını ve daha nice anlamsız şeyi tartışıyor, tükenen zamana aldırmadan. Ama kafamın içindeki ses, bana çok uzun zaman önce söyledi. Hayat anlamlarla uğraşmaz, ilgilenmez, dönüp bakmaz bile. O sadece var olmakla meşgul olur, zamanın kemirdiği kemiklerin yerine yenilerini koymakla... Artık yeni kemiklerin olmayacağı güne dek... Dehlizlerde ilerlerken, adımlarımı sıklaştırıyorum. Soğuk ve karanlık odada, 3 taş taht duruyor. Üzerlerinde oturan 3 soluk gölge. Ve dördüncü taht bomboş bekliyor... BİTTİ