Mimozalar vardı, yeryüzündeki samanyolu. Çocukların sarı topları. Karanfiller yanardı, şarkılar gibi. Hatırını sorardı insanların. Harika bir gülümseyiş olarak, ceketlerin üst cebine asılırdı. Güller çalım satardı birbirine. Bayramlıklarını giymiş genç kızlar, renk defilesine çıkardı sanki. Yol kenarından fışkırırdı gelincikler. Tanımadığı insanları bile otomobiline buyur eden bir güvenin resmi gibi dururlardı. Camgüzelleri vardı, emekli öğretmenlerin şiirleri gibi. Ahşap kapıların önündeki meraklı kadınların sırdaşı. Fesleğenler vardı, deniz kabuklarının arkadaşı. Dayanılmaz kokan, dünyanın en güzel parfümü. Atatürkçiçeği vardı, duruşu bile heybetliydi. Orta şekerli balkon sefası. Zakkumlar vardı, telaşlı martıların çığlıkları gibi. Satır aralarına gizlenen hüzün, ağlayan pencere. Ortancalar vardı, güne taze bir "Merhaba"yla başlayan. Kuruması için iki direk arasına gerilmiş temiz çamaşırlar gibi, mahallenin her yanında. Menekşeler vardı, mor. Çeyiz sandıklarındaki ipek. Papatyalar vardı, sevdaların mum ışığı. "Seviyor", "Sevmiyor" çıkan fallarda kendimizi kandırdığımız en anlamlı gerçek. Kasımpatılar, uzaklardan gelen Eylül şarkıları. Leylaklar vardı, cam kavanozlara doldurulmuş şekerler. Manolyalar, koklanmaya kıyılmayan. Begonviller, elle yazılmış mektup, bir gitar tınısı. Orkideler vardı, Kuğu Gölü Balesi... Ve daha niceleri, renk renk... Bir çiçek nasıl tutulursa en zarif yerinden, çocukları da öyle tutmalıydık ellerinden. Oysa onları çaresizliğe, sefalete ve karanlığa kurban ettik. Hepsini işsiz, güçsüz ve umutsuz bıraktık. Okullarda zalim bir eğitime, sokaklarda tiner kokularına mahkum ettik. Ne çiçekleri tanıtabildik onlara, ne sevgiyi. Bir çiçek nasıl kırılıyorsa en zayıf yerinden, öyle kırdırıyoruz her birini. Kağıt gemilerine bindirip onları... Kadersiz ölümlere gönderiyoruz.