Fadik Sevin... Tam bir sanat aşığı... Öyle ki, sanatı politikadan bile üstün tutuyor: 'Sanatın gücü bazı sorunları aşmaya yetmiş olsaydı politikaya hiç gerek kalmazdı...'.
Amerika'da bir Türk tiyatrosu kurdu Fadik Sevin. Ayağının tozuyla geldi ve bütün heyecanıyla bir 'aşk'ın nasıl şekillendiğini anlattı. Herkes birbirini anlamaya çalışmalıydı...
* Amerika'daydınız ve tiyatro kurmak için oraya gittiğinizi biliyoruz... Değişik uluslardan insanların en az 5'er 10'ar tane tiyatrosu var orada. Bu üzücü bir şey. Biz orada ilk Türk tiyatrosunu kurduk.
* Oyuncuları Türk mü? Evet. Orada yaşayan Türk tiyatrocular.
* Oyunlar Türkçe mi sergilenecek? Evet. Türk seyircisine Türkçe oyunlar sergileyeceğiz.
* Peki ödül neler değiştirdi hayatınızda ya da neleri getirdi? Asıl önemli olan o ödüle giderken hangi yollarda neler yaşadığınızdır... Bütün mesele o yolun hikayesidir. 1 Ekim doğum günüm. Ödülü aldığım gündü. Masraf yapmadan uluslararası bir parti düzenlemiş oldum kendime...
1 HAFTADA BULGARCA ÖĞRENDİM
* Yol önemli dediniz, yolun başında o hayran olduğunuz film vardı. Sonrası da çok ilginç... 15'i aşkın oyunda hem oyuncu hem 'Devlet Tiyatroları' yönetici kadrosunda yer aldım. Ben yine vardım ama beni kimse bilmiyordu, fark etmemişti. Bulgar Devlet Tiyatrosu'na bağlı bir Türk tiyatrosu kurmaya Kültür Bakanlığı görevlisi olarak Bulgaristan'a gittim. Bir Bulgar yönetmen var. İngilizce bilmiyor, ben Bulgarca bilmiyorum. Bir haftada Bulgarca öğrendim, hem oyun yönettim hem de Carmen'i oynadım. Duvardaki panora 'Sünnetlileri istemiyoruz' yazıyordu. Ama oyundan sonra biz oradan ayrılırken ağlıyorlardı.
* Sanatın gücü... Ben orada sanatın bütün önyargıları kırabilecek güce sahip olduğunu gördüm. Bana kızabilirler ama ben sanatı politikadan üstün tutuyorum. Sanatın gücü bazı sorunları aşmaya yetmiş ya da elindeki malzeme kaderi değiştirmeye uygun olsaydı politikaya gerek olmazdı. Çünkü hiçbir sanat eseri esareti savunmaz. Hiçbir film, tiyatro eseri yoktur ki 'gidin esir olun özgürlüğünüzden vazgeçin' demez.
HERKES BİRBİRİNİ SEVMELİ
* Bulgar tiyatrosu ne durumda peki? Ellerimizin ayaklarımızın donduğu bir salonda Bulgar meslektaşlarla çalıştık. Çingene orkestrası vardı müzik yapan. Türkçe-Bulgarca ve Çingene İspanyolcası oynandı tiyatro; üç dilde.
* Peki siz neyi hedefliyorsunuz? Herkesin birbirini sevmeye ve anlamaya çalıştığı bir dünyayı.
* Bunun için biraz cüretkar davranıyorsunuz... Ülkem adına böyle düşünülebilir ama tam da böyle olduğunu düşünmüyorum.
* Eğer biraz daha cüretkar davranılsaydı bütün dünya sizi konuşur olacakmış... O Şimdi Mahkum'daki sahnelerden söz ediyorum... Zeynep'in 8 Günü mesela... Evet ama sadece o sahnelerle anılıyor film. Sanki onun dışında başka bir sahne yokmuş gibi. Şimdi de internet ortamında dönüyor.
* Zeynep'in 8 Günü filmindeki gibi barda ilk gördüğünüz biriyle sevişebilir misiniz? İyi ki bunu sordunuz. Bunu bir röportajda öne çıkarmışlar. Ben o film için doğal sahneler olduğunu kastetmiştim. Kırpıp kırpıp fragman olarak bunu yayınlıyorlar.
* Peki aşk önemli mi sizin için? Ferhat'ın dağları delip halkına su akıtmasını seviyorum ben. İnsanları seviyorum. O nedenle iki kişilik aşk. Ve bana göre değil öylesi...
SİNEMA AŞKIMIN BAŞLADIĞI AN...
* Sizin sinema serüveniniz nasıl başladı peki? Artur'da -Ayvalık yakınında bir köy- bir yazlık sinema vardır. Tintin diye mavi bir minibüsün üzerine doluşturulur o sinemaya götürürlerdi bizi mahalleden alıp da. Beni annem ilk Hair filmine götürmüştü. Bir müzikaldi. Zenginlerin yemekli toplantısında masanın üzerine çıkıp avizeye asılan bir hippinin hikayesini anlatırdı o film.
* Milos Forman'ın değil mi? Savaş karşıtı bir 68'li filmiydi o... John Savage başroldeydi sonra Treat Williams... Sinemaya aşık olmamı sağlayan filmdir ve oradaki "Akvaryum" şarkısı tabii ki... O müzik bugün bile kulaklarımdadır.
* Hayatımızdaki bütün duraklar bizi tanımlar aslında. Sinema, müzik... Bir sanatçının özellikle beslendiği kaynaklar önemlidir... Göğe bakma durağında iner gökyüzüne bakarmış sanatçılar... Doğru ve oyunculuk benim için özgürlüktür. Bir filme duyduğum aşkla başladım ben sinemaya. Hair'i dinlerken Los Angeles'daki gökyüzüne baktım ama İstanbul yoktu orada.
* Bir biçimde içimizde hissetmekle ilgili karşı kıyılarıyla bir kenti... Gerçekliği aramaktır bu. Türkülerini seviyorum mesela memleketimin...
* Yıllar önce oynadığınız bir diziye adını veren şarkı; Ah Be İstanbul! Birlikte söylemeye başlıyoruz- Ah be İstanbuulll Canım İstanbuulll...
* Fotoğraflarda biraz Angelika Akbar biraz Aziza Mustafa Jadeh var... İltifatınız için teşekkür ederim ama ben özgün olmayı tercih ederim.
* Her rol için neredeyse 'onun kılığına' giriyorsunuz. Bukalemun dendiği doğru mu size? Şaşırtmayı seviyorum insanları... Her rolün kendisi olmam sebebiyle o lakabı taktılar bana.
* Bir çekim esnasında film setinde hayat kadınları koşuşturuyormuş... Laleli'de bir kısa filmdi. Destek olmak içindi orada bulunma sebebim. Hiçbir para talep etmeden 'Arkadaşımızın işi olsun' diye yardımcı oluyordum. El kesip biriktiren fetiş bir kızı oynuyordum. Bütçeleri olmadığı için onlar da Laleli'de kırık dökük bir binanın en üst katını bulabilmişlerdi. Saat geceyarısını geçmişti. 30 tane kadın Rusça bir şeyler söyleyerek önümden geçip pencereden atlıyor... Tek tek... Biz kadınlara yardımcı oluyoruz pencereden atlamaları için. Polis geldi. Anladık ki orası bu kadınların kaçış yoluymuş. Şok olmuştuk.
BENİ RUS ZANNETTİLER
* Antalya Film Festivali'nde Rus olduğunuzu zannetmiş izleyenler; 'ne güzel Türkçe konuşuyor' demişler... Ferzan Özpetek de öyle zannetmiş. 'Bu Rus kızı mı alacak ödülü?' deyince Ferzan Öpetek de; "O Rusya'dan buraya gelip film yapmakla ödülünü almış zaten!" demiş. Bana sonradan söylediler; Rus zannettikleri için alamıyormuşum ödülü... Ferzan Özpetek'i ihya etmiş olmak ödül kadar kıymetlidir benim için.
* Rol değişimi çok alışıldık bir şey değildi Türk sinemasında... Mesela Türkan Şoray Hülya Koçyiğit... Hep bilinen rolleri oynadılar. Son zamanları saymazsak... O isimler de dönemlerinin en meşakkatli süreçlerinde yer almış ve kendi isimlerini yazdırmasını bilmişler. Çok saygı duyuyorum.
* O dönem filmlerinin beğenilmesi yine aynı dönem sosyolojisiyle ilgil. Siz insan odaklı ya da küçük hikayeciklerin yeniden sinemaya uyarlanmasını doğru buluyor musunuz? O filmlerde mahalleden bir tat vardı. Küçük yerlerde yaşayan insanların hikayeleri vardı. Bunu daha çok önemsiyorum.
* Mahalle nasıl katkıdır bize? İnsanın insanla direkt yaşadığı bir sıcaklık vardı eskiden. Kentler bozuldu belki. Kasabalar böyle değil. Oralarda hala yaşıyor bu gelenek. ABD'deki, Avrupa'daki gibi değiliz biz. Bir insan sıcaklığı var bizde. İşte ben bunun bana katacağı zenginliği arıyor ve önemsiyorum. Bununla besleniyor ve aktarmaya çalışıyorum. Bu da benim başlıca görevim; bütün yanlış anlamaları ve önyargıları kırmak...