Gözlerime kıyamadım
Sinemanın 'Sultan'ı Türkan Şoray, Takvim'e konuştu: Bütün organlarımı bağışladım. Ancak gözlerime kıyamadım. Hayatımın romanını yazdırıp kızıma bağışlayacağım. Ben öldükten sonra film yapsın.
*** Benim asıl filmim öldükten sonra...
Türkan Şoray'a "Hayatınız romansa neden yazmıyorsunuz?" diye sordum "Aslında öldükten sonra çok güzel film olacak bir roman" dedi. Yakında romanı yazıp, kasaya kilitleyecek, anahtarını da kızı Yağmur'a verecek....
Nefesini sinemaya adamış, gönüllü bir savaşçı. Oyunculuğu bırakmanın karar arifesinde şimdilik. Bakmayın, mahşer makamında şarkılar söylemesine... Burçlarına bayrak dikilmemiş kale gibi, hala dimdik... "Sizin sinemada kanunlarınız vardı, şimdiki düzen kanun tanır mı?" diye açtım kapıyı. "Biz, geleneklerine bağlı bir toplumuz. Çok karamsar düşünülse bile, ben yine çok şeyin değiştiğini zannetmiyorum. Duruşu olanlar için her şey geçerli yine" diye karşıladı beni. Ondaki zarafet böyle bir cevabı gerektiriyordu belki. Bir ömre her daim alkış almış bir kadın için, aşkın anlamı büyük ya, "Aşkın da bir terbiyesi olmalı mı?" dedim bu kez. Çünkü kadınlığını teşhir edenlerin gecelik ilişkisine bile aşk deniyordu da, onlardan bu alemde çoktu. Çivisi çıkmıştı ülkenin, çakanı yoktu. "Mutlaka olmalı" dedi, "Terbiye sadakattir, aşka bağlılıktır. Terbiyesi olmazsa, aşk olmaz zaten." Parantez açtı. (Bakmayın göz önündeki ilişkilere, hala güzel aşklar yaşanıyor.) Duygusal bir muhabbette, aşkın derin kuyusuna indim bu kez. "Aşk sizi evire çevire dövdü mü?" Mazinin özel defterinden haylaz bir döküm çıkardı. "Evet, çok dayak yedim..." Büyük aşkların derdi büyük oluyor demek. Gözlerinde alıcı kuşlar dolaşan bir sevda kadınını, son günlerin tartışmasına çektim bu kez. Şarkıcı Neco'nun genç sevgilisiyle yaşadığı aşkı hatırlatıp, "Altmışından sonra azan diye bir terim üretildi" dedim, yüzünü buruşturdu, böyle bir sorunun muhatabı olmamak için. Ben devam ettim, "Kırkından sonra azanı zaten teneşir paklıyor..." "Eee" dedi en sevimli haliyle. Sorunun finaline geldim. "Ne yani aşk belli yaştan sonra sakıncalı piyade mi?" "Hayır!" dedi, "Aşkın yaşı olamaz. İnsan her yaşta yüreğinde bir şey hissedebilir." Suya sabuna dokunmadan cevap vermenin de ustası Sultan... Eskileri çıkardım hafıza sandığımdan. "İçinizdeki şuh kadını hala saklıyor musunuz?" Sorumu tanımazlıktan geldi. "Aaaa" dedi, "Benim sakladığım şuh kadın mı varmış." Kendine ait olan ifadeyi, inatla önüne koydum. "Evet" dedim, hatta bana bıraktığı adresi bile hatırlattım. "Yalnızlar sokağı, Türkan Şoray'ın kalbi..." En konuşkan yanı suskunluğu Türkan Şoray'ın, yine sustu. "Demek" dedim, "O zamandan bu yana çok şey değişti." "Nasıl yani" dedi, ben soruyu pişirdim... "Demek o kadını özgür bıraktınız." Harika bir kahkaha attı. "Yoo" dedi, "Gayet uslu duruyor." Karşılıklı muzip bir alışverişin içinde kaldık. "Yüreğinizin kapısındaki nöbetçileri haklayacak bir kahraman bulunmadı demek ki..." İçindeki kadını çoktan hizaya getirmiş, "Rahat, hazırol." "Hayır" dedi..."Ne yazık ki hayır!" Sinemaya mühürlenmiş bir ismin, kendine yakışan bir romanı da olmalıydı kuşkusuz. Türk Sineması'nın en önemli kadını olarak... Omuzuna dokundum usulca, ""Hayatınız romansa, neden yazmıyorsunuz?" Beni tekzip etti. "Hayatım roman dedim mi ben?" "Ben diyorum" dedim. "Yoksa hayatınız roman değil mi?" "Evet" dedi bu kez. Sesindeki renkler siyah ve pembe karışımıydı da, yüzündeki takvimin son yaprağını kopardı sanki. "Aslında öldükten sonra çok güzel film olacak bir roman.." Hüzünlü bir duvar ördüm önüne, "Bu da nereden çıktı?" "Öldükten sonra mutlaka film yapılacak, bunu biliyorum" dedi. "Peki roman yazıldı mı?" "Onu zaman zaman düşünüyorum. Çok özel yaşamımı paylaşmalı mıyım, yoksa kendime mi saklamalıyım. Bir yanım her şeyi açıkla diyor, öte yanım engel oluyor. Ona bir türlü karar veremedim." Yargıcı oldum ürkek düşüncelerinin. "Bence paylaşmalısınız." Sanki destek almak ister gibiydi düşüncelerine. "Neden? Ben de kendi kendime soruyorum. Sizce neden?" Belki gazeteciliğim tuttu karşısında. "Topluma bu kadar malolmuş birinin, gizli kalmış gerçeklerinde bile çok anlamlı mesajlar vardır diye düşünüyorum" O sustu, ben devam ettim. "Sizin bildikleriniz sizde mi kalsın?" Bir yanıyla düşüncelerime yaslandı sanki. "Belki hayat görüşümü, o yaşa gelene kadar hayat tecrübemi aktarma adına yapabilirim bunu. Ben beyin ve ruh olarak çok güzel bir noktaya geldiğimi düşünüyorum. Bunda yaşadıklarımın etkisi çok. Belki bunları paylaşabilirim. Ruhumdaki fırtınaları..." Yine gizemli kadın... Ona yakışan da bu galiba... Ben, "öldükten sonra" lafına takıldım, "Böyle bir şeye izin verilir mi?" Boynunu büktü, "Onu engelleyemem ki. Yüzde yüz yapılacak." "Peki" dedim, "Bunu yaşarken yapın. Siz oynayın, Yağmur da genç kızlığınızı oynasın. Hayatınızın filmini izlemek istemez misiniz?" "Yok" dedi, şaşırdım. Gülümsedi, "Belki doğruları film yapsınlar diye, hayatımı yazıp bir kasaya kilitleyeyim, anahtarı da Yağmur'a vereyim. Sonra da yapsınlar..." Öldükten sonra çekilecek bir film, ölümsüzlüğün ta kendisi aslında. "Allah uzun ömür versin" dedim, "Yoo" diye itiraz etti, "Hepimiz ölmeyecek miyiz?" Bu kadar gerçekçi bir itirafın karşısında, organ bağışının kapısını açtım cesaretle. "Organlarınızı bağışlamayı düşünüyor musunuz?" Başka canlara can vermeye hazırdı ama aklına gözleri geldi, durdu. Tanrı'nın kendisine armağan ettiği gözleri, bir başkasına armağan etmenin coşkusuna set ördü. Kızının gözüyle gördü gerçekleri. "Organlarımı bağışlarım ama gözlerime kıyamıyorum. Kızım benim gözlerimi başkasında görecek. Tuhaf bir duygu doğrusu." "Bağışlayacak mısınız?" dedim, hayati bir bağışın temsilcisi gibi. Biraz durdu ve cevap verdi. "Söz" dedi. "İlk önce gözlerimi bağışlarım." Türkan Şoray, geçmişteki günlerden bir teselli aradığında, Yağmur'un bebeklik resimlerine bakıyor. Dikkati yere düştüğünde mutlaka toplayanı var. Kalabalık yerlerde düşmek gibi bir sakarlığı da mevcut. Özellikle ödül törenlerinde yakasını bırakmayan bir sakarlık(!) Şu sıralar talihi yaver gidiyormuş. İmrendiği gerçekleri de var. Çok dil bilen biri, ya da harika piyano çalan biri olmak. Hüzünlendiği zaman dünyayla ilişkisi kesiliyor. Biraz da ülke gündemini meşgul eden bir soruya davet ettim Sultan'ı... Aslında böyle soruları pek sevmediğini itiraf etmeliyim. "Avrupa Birliği'ne inanıyor musunuz?" Sanki kendini içinde tuttuğu bir gerçeğin sözcüsü oldu, şaşırtıcı biçimde. "Şu anda Avrupa'da birçok ülkede. Önemli mevkilerde çok güçlü Türkler var. Ülkemizin ve çocuklarımızın geleceği açısından böyle bir şeyi arzu ediyoruz. Ama müzakerelerin uzaması, yeni şartlar oluşması, can sıkmaya başladı. Geçenlerde bir açıklama vardı, "Biz Avrupa Birliği'ne girmesek de güçlü bir ülkeyiz." Gönlümün bir tarafıyla o açıklamaya katıldım. Ama yine de mutlaka Avrupa Birliği'ne katılmalıyız diye düşünüyorum." Söyleşinin sonunda İstanbul'a uzandık. Canı yanan İstanbul'a... "İnsanlar bu denli şikayet eder de, bir şehri niye bu kadar sever?" diye sordum. Hiç düşünmeden cevap verdi bu kez. "Mücevher çamura düşse, yine mücevherdir" dedi. Acı gerçeklerin penceresinden birilerine seslendi sanki. "İstanbul'u biz zorla bozmaya çalışıyoruz, çamura atıyoruz. Şu Boğaz'ı bir görseniz, bütün yeşillikleri mahvettiler. Şekilsiz yapılar. Yanlış yapılanmalar... Ama ne kadar bozmaya çalışsak, İstanbul öyle bir tabiat harikası ki, hala direniyor, hala çok güzel. Ben bu şehre aşığım." İçindeki yaraların kabuğunu işaret etti sanki, bir İstanbul sevdalısı olarak. O, siyah beyaz İstanbul resimlerinde, gözlerini gezdiriyordu hala. Kullandığı ışıklı harflerle, solgun bir şehre can verdiğini düşündü. Bir zehir yatağında, kuğu yüzdürüyordu belki...
Röportaj: Hakkı YALÇIN
|