Bir vapur güvertesindeydim. Küçük bir çocuk akordeon çalıyor, şarkılar söylüyordu. Sesindeki hüznün yankısı, birçok insanda karşılık bulmuyordu. Birazdan para toplayacaktı ya, ihtiyaç halindeki sanatsal gösterilere para mevsimi kapanmıştı galiba. Ya da çocuklar adına böyle gösteriler masumiyetini yitirmişti. Ben gözümü de kulağımı da açtım. "Yıldızların altında" şarkısını söylüyordu çocuk. Denizin üzerinde.
***
Şarkısı bitti, aynen eski Türk filmlerinde olduğu gibi, cebinden çıkarttığı küçük şapkayı alıp, orta yerde dolandı. Vapurlarda böyle gösterilere izin yoktu da, bu korsan gösteriye tek başına katılmak cesaretini gösteren bir çocuğa hayranlıkla baktım. Yolcuların birçoğu yan gözle bile bakmadı çocuğun şapkasına. Şapkası, çocuğa yalan söylemeyecek kadar açık ve netti. Birkaç kişinin dışında, herkesin gönlü fakir çıktı. PınarAltuğ gibilerinin fiyatını artırdığı bir ülkede, yerlere düşen değerler para ediyordu artık. Çocuk şarkıları değil. O vapur güvertesinde, kaç magazinveznedarı vardı acaba?
***
Sıra bana geldiğinde, gözlerinin içine baktım çocuğun. Çocukluğumun kırık misketleri gibiydi gözleri. Konuşmasına bile gerek yoktu, gözlerindeki sevgiye inandım önce. Sonra, şapkasına gönlümden kopanı koydum. Özür diledim belki, şapkasını boş bırakan diğer yolcular adına. Teşekkür etti, gitti.
***
Akordeon çalan bir çocuğun, hayatını çalanları biliyordum. Her mevsim asfaltları kaldıran belediye yağmacılarının, bu çocukların alnından dökülen her damla tere borcu vardı. PınarAltuğ gibilerine kasalarını açanların, böyle çocukların geleceğinden neler çaldığını kim hesaplayabilirdi? Bir an vapurun arkasındaki köpüklere baktım, öfkem kabardı.
***
Bir ülkenin nasıl yönetildiğini anlamak istiyorsanız, çocuklarına bakın. Biri kırk yılda bir akordeon çalıyor. Diğerleri kadınların çantalarını...