Bugün ben Yahudi'yim.. Hani Yahudi züğürtleyince eski defterleri karıştırırmış ya, işte o yüzden.. Eski basın tribününden sonra, bir de eski zaman köşe yazarları.. Bayram arifesiydi zannediyorum.. Fehmi Koru'nun TV 8'deki "MedyaDurağı" programında, iki eski gazeteci, bir zamanların köşe yazarlarından bildiklerince bahsettiler.. Refii Cevat Ulunay'dan da öyle.. Ama o konuda bildikleri pek bir şey de yoktu hani.. Kitaplığımın bir köşesinde durur bu sayfada gördüğünüz o fotoğraf. Ulunay'ın beni alnımdan öpüşü.. Fotoda yazdığı üçbeş satır vardır: "Başarılıbirröportajdolayısıylatebriklerimle..Ulunay" Ulunay'ın beni alnımdan bus edişini görüp de, hakkımda kötü şeyler düşünenleri önce Allah'a havale eder, sonra çok ağır konuşur, kalplerini kırarım ona göre..
Atatürksürgünü.. Ulunay bir başka tür adamdı.. Gazetenin içinde bir imparator yazar.. Ve o zaman gazetelerinin iç hallarının, şimdikilerle zerre benzerliği yok.. Ulunay, iyi saatlerde olduğunda, gırgır şamatada üstüne kimseyi arama.. O zamanlar (1960'lıyıllarınbaşları..) yaşı 70'i sıçramış olduğu halde, narayı patlattığında gazetenin pervazlarına tünemiş güvercinleri uçuştururdu. Küfürsüz kelam ettiği pek duyulmamıştı.. Odası ise çalışma odasından çok yatak odası.. Divanı, halısı, kilimleriyle.. Semaveri, kaminetosu, pufları, duvarlarda eski yazı el yazmaları, türlüçeşitli enfiye kutuları ile gazetede bir oda değil, kendine özel bir selamlıktı, söz timsali.. Ve de mahbubu ile.. Mahbub, bildiğiniz güzel, parlak, hani yumurta gibi bir oğlan? Arada sırada değişirdi onlar.. Ulunay yazısını yazarken, o mahbub divana uzanıp yatar ve üstat önündeki kasesinden badem ezmeleri, çikolatinlerle beslerdi oğlanı; bir yandan saçını, başını okşayarak.. Ben köşe yazarları diye onlara derim! Ulunay'ın bir adeti, yazılarını mürettiphaneye yollamadan önce birilerine, daha çok gençlere okuyup, gelen tepkiyi beklemesi.. (Sıkıysa"Şahaneolmuşhocam!Ellerinizdertgörmesin..İstanbulahalisiyarınbuyazınızlaihyaolacak.."gibiyağlamalar,ballamalaryapmayın..) Ulunay, Atatürk'ün sürgün ettiği 150'liklerdendi.. Uzun bir sürgün hayatı geçirmişti.. Mısır'ın Kahire'sinde, Fransa'nın Paris'inde yaşamış, af çıkınca dönmüş, çok yol, yordam görmüş adamdı.. Bir gün biz çaylaklardan üçdördümüzü odasına toplamış, önce yazısını okumuş, çay demlemiş, çayından ikramlarda bulunmuştu.. Oğlanı divana uzanmış, şeker yemekte, biz dinleme ve seyirde.. Ve başlamıştı Kahire'de geçen sürgün günlerini hikaye etmeye.. "Yahubirgecebirkulübegötürdüler..Kahire'ninenşık,ensükseyerlerindenbiri..İçerisimahşer..Kadınlarbüsbütüntuvalet,erkeklerinçoğusmokinli..Şovuolanbiryer..Çokdapahalı.. Geceninbirsaatinde,üstündebembeyazbirentariolanbiradamçıktısahneye..Herkesşaklaklıyoradamı..Ben'Amanduryahu,kimbuadam?Neyapar,neişler?Maharetinedir?'diyemeraktayken,orezilüstündekientariyisıyırıpçırılçıplakkıçınıhepimizedönmezmi?Yahupezevenginkıçı,büsbütünvedeapaçıkmeydanda..Üstüneüstlük,tekmilibirdenpudralarabandırılmışbirhallerde..Allahinandırsın,fenaşaşırdım..Sonrasöyledilerkiyellenmeprofesörüimiş..Yanibildiğinizossuruk.."
Acepsallamamı? Haydaaa! Üstat yine sallamada mı, yoksam gerçeği mi anlatmakta.. Ne olursa olsun, elin mecbur dinleyeceksin.. Ulunay'da anlatı devam: "Deyyus,kıçıbizedönükbir'Darttt..'etti,birde'Düttt..'..Buselamıimiş..Yanialkışlarakarşılık,ossuruktanselamveriyormuşseyircikısmına.." Tam o sırada kapı vuruluyor ve Orhan Türel giriyor içeriye.. Milliyet'in Beyoğlu muhabiri o zamanlar.. Giriyor ve muhabbetin üstüne başına ediyor.. Orhan, uzun yıllar kaldığı İsveç'ten yeni dönmüş.. Belanın hasosu.. Üstüne üstlük gazetenin sahibi Ercüment Karacan'ın da kuzeni.. Ulunay, ne de olsa eski toprak.. Osmanlı.. Hangi duvara işenip işenmeyeceğini bilenlerden.. Suküt bir hallerde durup, Orhan'a bakıyoruz.. Orhan ki bir lakabı da DeliOrhan.. Orhan, yekten Ulunay'a dönüp: "Hoca.." diyor.. "Hoca,Norveç'tebirsarıfıstığa,ilikgibibirkıza,bendenbirgarçççkiaklındurur.." Ve geldiği hızla çıkıp gidiyor.. Ula ne iş? Tamam, bu deli teresin biri ama, böylesi ne olmalı? Ulunay şaşkın.. Ve bizler daha soluklanmadan yine kapı, yine Orhan ve yine üstada: "Hoca,Danimarka'dabirpiliceaynengarçççkiaklındurur.." Deli Orhan devamda.. Hoca,Finlandiya'daüçünebirdenlangırt.. Ve Ulunay, ayağa fırlıyor.. Ulanpezevenk,beşdakikadatekmilşimaliAvrupa'nınırzınageçtin,tühAllahbelanıvere..ŞimdiErcümentilekonuşacağım..Seninarpanıvesuyunufazlavermişkiazmışsın..Ulanseninyeddiceddini,lahanayaprağıgibisarasara.. Orhan pırr.. Ve hoca gerisini getiriyor Kahire'nin: Buossurukmütehassısıprofesör,ossuruktanşarkısöyledi..Bayağıkıçıylaşarkıterennümetti..Vesalondaonakatıldı,ağızdansöyleyerek..Sonraossurukladarbukaçaldı..Klarnetüflediki,çokşaşarsınız..Veardındanseyirciisteklerinegeçti..Yanidiyorlarkibirmasadan:'İkiuzun,birkısa..'Odaaynen'Carttt,carttt..'diyeikiuzun,'Carttt..'diyebirkısaeziveriyor.. Ulanyahuçokbekledim'Bupezevenkşimdisıçar..'diyeama,ıııhhh.."
Bulabilirseniz sahaflardan, ya da bir yerlerden, Ulunay'ın "BuGözlerNelerGördü" kitabını öneririm.. Bir de "SayılıFırtınalar" adlı eski İstanbul kabadayılarını anlatan eserini.. İkisini de elinizden bırakamazsınız..
***
Eski fotoğraflar.. Ahh şu eski fotoğraflar.. Yırtılası, yakılası o eski fotoğraflar.. Yukarıda gördüğünüz foto, 1962 ya da 1963'lü yıllardan.. Yer, İnönü Stadı'nın basın tribünü.. Ve o zamanların gazeteci milleti.. Bugünlerde futbolun çarşıpazarı karışık.. Beşiktaş kepenk indirdi.. Bakalım Rıza, dükkanı silbaştan nasıl açacak.. Galatasaray'ın mağazası borçharç.. Eski zaman kocakarıları, "Elemkerefiş,kemgözlereşiş.." diye, nazarlara karşı koymaya çalışırlardı.. Biz, yani Fenerbahçe, aynen öyle.. O takımda gözü olanın gözü çıksın.. Çok şükür para da var, malmülk de.. Aşk, sevda tonla.. Ve yukarıdaki fotoğraf.. Bakın o yılların gazetecilerine.. Hepsi gravatlı.. Fotoğrafta sağ başta özel bir oturakta oturan kasketli, Burhan Felek.. Gazeteciler Cemiyeti Başkanı ve Seyhül Muharrir'in unvanına sahip.. Burhan Felek'in arkasında, biraz flu görüntüsü ile Hasan Pulur.. Başkanın önünde, şimdi artık yok, çok işe beraber gittiğimiz foto muhabiri İlhan Demirel ki, o zamanlar şöhret.. Hollywood'un ünlülerinden Terrey Moore isimli avrat Hilton Oteli'ne geldiğinde onun bir fotosunu çekmiş ki, tumansız.. (Yanidonsuz..) O fotoğraf örtülü bir halde Milliyet'te yayımlandıktan sonra birileri tarafından kartpostal edilip piyasaya sürülmüştü ve paraya bak.. Abazanlığın fena hüküm sürdüğü bir zamanlar.. Ve üçüncü sırada iki kule görüntüsünde iki kişi.. Soldaki bana bu fotoğrafı getiren Özkan Şahin ve onun yanında ben.. O zamanlar Yavuz ve Hamidiye zırhlıları gibiydik.. Şimdi hurdalıkta jilet yapılmayı bekliyoruz heyhat.. Ve Özkan'ın önünde Dinçer Güner, o da öldü.. Umarım diğerleri yaşıyorlardır.. O zamanlar sadece basın tribünü değil, numaralı, kapalı yerlerde de gravatlılar çoğunluktaydı..
Basın tribününe, sarı basın kartı taşıyan gazeteciler girebilirlerdi sadece.. Erken gelen istediği yere oturur, gönlünce maç seyrederdi.. Futbolun gündüz oynandığı bir devirlerdi ve gazeteye maç yazısı yazma telaşeleri hiç yoktu.. Rotatifler, gece yarısından çok sonra dönerlerdi.. Ve basın kartlarının bir ayrıcalıkları vardı.. Açılmayacak kapıları açarlardı.. Otobüsler, tramvaylar bedavaydı o kartlara.. Uçak, telefon yüzde elli tenzilatlı.. "Basın.." dediğinde, basıp geçtiğin bir zamanlar.. Şimdilerde eve paket getiren kişi "Geçmez.." diyor, o Başbakanlık tarafından verilmiş ve hüviyet yerine geçmesi gereken o varakalara.. Gene dağıldım.. Döneyim sadede.. Futbol çarşısının karışıklığına.. Federasyon futbola gönül verenleri, stad terörlerine karşı çıkmak için bir "Lütfen.." kampanyasına çağırmış.. Yafu, yani lütfen, bu büyüklerimiz ülkemizin ve futbol alemimizin hallarından bu kadar bihaberler mi? Usta, günümüzde, bu bizim iklimimizde, "Lütfen.." diye konuşanların kıçlarına parmak atıyorlar.. Tamam mı canım.. Önce lütfen o zamanların basın tribünündeki gravatlılara bakın..