Oçok özel çocuk, onun ilk çocuğuydu. Annem onu tüm dünyaya "çok özel" bir çocuk olarak lanse etmişti. Nasıl becerdi bilmiyorum ama, çocuklarının tümünün o "özel" çocuğu kabullenmelerini sağladı. Yemekte ilk servis, "özel" çocuklara yapılırdı. Onlarla alay edilmez ve onlar çok çabuk bağışlanırlardı, koşullar ne olursa olsun. Onlar sırada bekletilmez, hiç sorgulamadan sevilir, herkesten çok sayılırdı. Her ailede böyle bir çocuk vardı. Ben 5 yaşındaydım. Carl amcam ve Laura yengem bir pazar günü bizimki kadar kalabalık aileleriyle bizi ziyarete gelmişledi. Oyunun tam ortasında Carl amcayla Laura yengenin hangi çocuklarının çok "özel" olduğunu bilmediğimi farkettim. Oyunu bıraktım ve çocuklarının tek tek yüzlerine bakmaya başladım. Hiçbiri bana "özel" gözükmedi. Hepsi de sıradan çocuklardı. Hemen annemin yanına koştum, sözünü kestiğim için özür diledim ve kendisiyle konuşmam gereken çok önemli bir şey olduğunu söyledim. Carl amcamla Laura yengemin daha fazla çocukları olacaktı, henüz o "çok özel" çocukları dünyaya gelmemişti sanırım. Annem bana sarıldı ve şunları anlattı: Her aile "çok özel" bir çocuğa sahip olacak kadar şanslı olmayabilirdi. Tanrı sadece çok güvendiği ailelere "özel" bir çocuk verirdi. Mabel... Mabel, ben dünyaya geldiğimde 13 yaşındaydı. Belleğimi zorladığım zaman anımsadığım en eski olay, sıcak bir yaz günü neredeyse boyuma gelen otlar arasında Mabel'e yol göstermemdir. Küçük bir çocuğun neredeyse yetişkin bir genç kız olan birine karşı koruyucu konumunda olması bana hiç garip gelmiyordu. O soluduğum hava kadar yaşamımın bir parçasıydı. Onu mutlu etmek çok kolaydı, aynı şekilde onu mutsuz etmek ve üzmek de... Kalabalık yerlede ya da yabancıların yanında değil, evde canı sıkılyor ve hemen ağlamaya başlıyordu. Dünyadaki herkes, annemin o çok "özel" çocuğunu evde yalnız bırakamadığı ya da beraberinde her yere götüremediği için okul toplantılarına ya da başka bir yere gidemeyeceğini biliyordu sanki. Okuldan çıkar çıkmaz eve koşar ve orada öğrendiklerimizi annemle ve Mabel'le paylaşır, hepimiz bir ağızdan konuşurduk. Her birimiz kendi söylediğimizin daha önemli olduğu düşüncesiyle daha çok bağırırdık. Onlar tabakları ve sütlerimizi yemek odamıza taşırken, arkalarından onları mutfağa, oradan da yemek odasına kadar izlerdik. Sonra da yemeklerimizi yemeğe koyulurduk. Herkes ergenlik döneminin zorlu günlerini yaşayarak ergen olur: Benim durumum da hiç farklı değildi. Bir an Mabel'i severken, beş dakika sonra ondan nefret ediyordum. Ondan hem utanıyor, hem de onunla gurur duyuyordum. Yaşadığı için mutluydum ama ilk beş yılı atlatabildiği ve yaşadığı için de üzülüyordum. Olgunlaştıkça, onu olduğu gibi kabullenmeye başladım. Ona adını yazmayı öğretme çabalarım boşa gittikçe sinirleniyordum, ama şimdi kendi çocuklarımın hatalarını büyük bir sabıra kabulleniyorum. Nasıl oldu bilmiyorum ama, onun "özel" bir çocuk olmaktan çıkıp, "normal" bir çocuk olmaya çalışmak konusundaki başarıszlığı giderek çok kişisel bir hal aldı ve bir sonraki kuşak onu olduğu gibi kabullenmeyi öğrendi. 16 Eylül 1978'de gecenin bir yarısı telefon aldım: Mabel artık yoktu. Uykuya dalmaya çalışırken, aklıma gelen ilk sözler şunlar oldu: "Nereye gitmiş olabilir ki? Mabel hiç aramızdan ayrılıp, bir yere gitmemişti." Mabel bir yere gitmemişti, Mabel ölmüştü. O anda şu sözlerin anlamını kavradım: "Şimdi bir camın gerisinden karanlıklara bakıyoruz, ama o zaman yüz yüze geleceğiz." Doktorlara göre Mabel 5 yıldan fazla yaşayamazdı. Annemin ona verdiği sevgi ve şefkat sayesinde Mabel tam 56 yıl yaşadı. Annemden 9 ay fazla yaşadı ve eminim Mabel, kalbi kırık bir şekilde öldü... KAYNAK: Tavuk Suyuna Çorba BİTTİ