Yeşilçam'ın figüranları vardı, direnişin başrol oyuncusu gibi. Bazılarına "Kötü adam" derlerdi de, şimdiki televizyonların iyi adamlarını cebinden çıkartan, namusta ve heybette. Biten aşkların yasını tutan. "Çocuk sevgisi" denilince, kendilerini unutan. Hepsi aç kaldı, açıkta kaldı, berbat otel odalarında birer birer öldüler. Kalanları ne siz sorun, ne ben söyleyeyim. Evsiz, barksız, kimliksiz. Dedeler vardı, göğsünde İstiklal Madalyası... İliklerine kadar Atatürkçü... Yobazların ipliğini pazara çıkartırlardı, dürüstlükte parmakla gösterilen. Hikayeler anlatırlardı mahalle çocuklarına, namus kokan, yürek kokan. Aç yatarlardı da, "Tokuz" derlerdi. Devletin unuttuğu köşelerde, gölgelerine sığındılar. Kalanlara otobüslerde yer bile verilmiyor artık. Babalar vardı yanardağ gibi, yüreklerinde görünmeyen patlamalar. Yasaklı tütün kokarlardı. Denizlere şiir okurlardı, martılarla çığlık çığlığa. Canına okurlardı, yetim hakkı yiyenlerin. İşsizliği protesto mitinglerinde omuz omuza. Derinden nasıl akılır, bilen. Sonrasında cesaretleri vurgun yedi. Küstüler, sustular, susturuldular. O yüzdendir ki, ülkemiz sahipsizdir artık. Anaların yüreğini yakmak, günahların en büyüğüdür, ama politika anasını ağlatıyor ülkenin. Bir yandan irticanın sinsi askerleri, öte yandan PKK... Tek meselemiz, türban ve imam hatip! Devletin büyükleri, yollara döşenen mayınlar için tek söz etmiyor. Askerlerin şehit olması, yaralamıyor onları. Onlar, çocuklarımızı tren yollarında harcayanlara kol-kanat geriyor. Yaşlandıkça bizleri birbirimize düşman eden gerçekleri üretenler, adaleti de tüketti, dürüstlüğü de... O yüzden kendi saflarındaki bir katili, masum bir çocuğa tercih ediyorlar. Çamurdan olsun da... Onlardan olsun. Oysa bizler hala, dürüstlükten, namustan ve Atatürk ilkelerinden yanayız. Yeşilçam'ın figüranları, İstiklal Madalyalı dedeler ve yürekli babalarımız gibi...